www.yeniarpacaykars.com.tr.tc

edebiyat.jpg

Yaklaşık 800 sayfadan oluşan Word ortamında hazırlanmış
Türkü Sözleri Arşivine sahip olmak için aşağıdaki logoya tıklayın.
(Nejdet DAŞDEMİR'e teşekkürler)

word_logo_120.gif

Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm

Biri varmış, biri yoxmuş, bir keçi varmış. Keçinin üç balası varmış. Birinin adı Şengülüm, birinin adı Şüngülüm, o birinin de adı Mengülüm.
Bu keçi her gün gedib meşede ve çölde otlayar, geri qayıdanda buynuzunda ot, ağzında su, döşlerinde süd getirermiş. Astanada dayanıb qapını döyermiş, Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm atıla-atıla, dingildeye-dingildeye qapının dalına gelib soruşarmış:

-Kimdir?
-Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm!
Açın qapını, men gelim!
Ağzımda su getirmişem,
Döşümde süd getirmişem,
Buynumuzda ot getirmişem.
Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm sevinib tez qapını açarmış. Keçi içeri girib onların otunu, suyunu verermiş. Yediler, içirer, yatırdarmış. Sabah örüşe gedende yene de her gün üçünün üzünden öpüb tapşırarmış, Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm, qurd sizi aldadar, aparar yeyer, ha. Her kim qapını döydü, men deyen sözleri eşidmemiş açmayın.
Günlerin bir günü Gurd özüne söz verdi ki, Şengülüm, Şüngülüm, Mengülümü yeyecem. Keçinin qapısının ağzına geldi. Yavaş-yavaş qapını döymeye başladı. Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm dingildeye-dingildeye qapının dalına gelib seslendiler:
-Kimdir?
Gurd dedi:
-Menem, Keçiyem, balalarım, açın qapını.
Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm o saat bilirler ki, qapını döyen anaları deyil, Gurddur, onlara kelek gelir. Gurd ne qeder yalvardı, qapını açmadılar. Gurd qapını sındırmaq isteyirdi, bir de gördü ki, Keçi gelir. Gaçıb bir kolun dalına girdi. Orda gizlendi ki, görsün Keçi qapını nece açır. O, biri terefden Keçi gelib qapını döye-döye dedi:
-Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm!
Açın qapını, men gelim!
Ağzımda su getirmişem,
Döşümde süd getirmişem,
Buynumuzda ot getirmişem.
Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm oynaya-oynaya gelib qapını açdılar. Keçi içeri girdi. Hemişeki kimi onlara su, ot, süd verdi. Bir az ordan-burdan söhbet elediler. Balaları qapını döyüldüyünü söylediler. Keçi dedi:
-O xain Gurddur.
Sonra balaların üzünden öpüb getdi.
İndi size xeber verim Gurddan. Keçinin sözlerini Gurd öyrenmişdi. Koldan çıxıb bir az gözledi. Sonra yavaş-yavaş gedib qapını döymeye başladı. Çepişler oynaya-oynaya qapının dalına gelib soruşdular:
-Kimdir?
Gurd sesini Keçinin sesine oxşadıb dedi:
-Şengülüm, Şüngülüm, Mengülüm !
Açın qapını, men gelim!
Ağzımda su getirmişem,
Döşümde süd getirmişem,
Buynumuzda ot getirmişem.
Balaları ele bilir ki, bunları çağıran analarıdır. Celd qapını açdılar. Gurd o saat Mengülümü yedi, Şengülüm, Şüngülüm qaçıb gizlendiler. Gurd çox axtardı, onları tapmadı. Keçinin qorxusundan qaçıb getdi. Ele ki, Gurd getdi, Şengülüm, Şüngülüm gizlendikleri yerden çıxıb qapını bağladılar. Bir künce oturub ağlamağa başladılar. Axşam düşdü. Keçi örüşden qayıdıb qapını ne qeder döydü, ona cavab veren olmadı. Çepişler ele bildiler ki, yene de Gurddur. Ona göre cavab vermediler. Keçi geri çekilib qapıya bir buynuz ilişdirdi. Dalbadal bir buynuz, iki buynuz Şengülümle Şüngülüm gördü ki, qapını sındıracaq, gelib qulaq verdiler, balaca deşikden baxdılar ki, analarıdır. Gapını açdılar. Keçi onlardan soruşdu:
-Bes, Mengülüm hanı?
Onlar başladılar ağlamağa. Ehvalatı analarına danışdılar. Keçi hirslenib dedi:
-Yaxşı, Gurdla menimki qalsın, siz qapını bağlayın, evde oturun.
Beli, Keçi düşdü yolun ağzına. Az getdi, çox getdi, gelib bir damın üstüne çıxdı. Ayaqlarını yere döymeye başladı. İçeriden ses geldi:
-O kimdi, damın üste.
Tappır-tuppur döyür
Ayağın damın üste.
Keçi dedi:
-Balamı sen yemisen?
Tülkü dedi:
-Yox, men yememişem, get Gurddan soruş.
Keçi ordan demirçinin yanına gelib dedi:
-Demirçi qardaş, menim buynuzlarımı qılınc kimi iti ele, nize kimi şiş. Sene bir kasa qaymaq, bir kasa da süd vereceyem.
Demirçi razı oldu. Bir azdan Keçinin buynuzları qılıncdan da iti oldu. Keçi onun qaymağını, südünü verdi. Keçi getdi çıxdı Gurdun damının üstüne. Bu vaxt qurd da bir qazan aş asmışdı, ocağın üste bişirirdi. Keçi damı döyende bunun aşının içine torpaq töküldü. Onda qurd çağırdı:
-O kimdir damım üste,
Toz töker şamım üste?
Aşımı şor eyledi,
Gözümü kor eyledi?
Keçi cavab verdi:
-Menem, menem, canavar
Buynuzum qoşa-qoşa.
Balamı sen yemisen
Gel girek bir savaşa.
Gurd cavab verdi:
-Çox gözel, gel savaşa, ele men seni axtarırdım.
Gurd sözünü tamam eledi. Dişlerini qıçırtdi, istedi Keçini yesin. Keçi ona aman vermedi. Geri çekilib ireli geldi, ona ele bir buynuz vurdu ki, buynuzlar iki qarış onun döşüne işledi. Gurd berkden ulayıb yere yıxıldı. Keçi o saat onun qarnını yırtıb Mengülümü çıxartdı, bağrına basdı, gözlerinden öpdü. Gurd qışqırıb dedi:
-Vay qarnım, vay.
Keçi dedi:
-Mengülümü yemeyeydin!
Vay qursağım demeyeydin!
Xain Gurd öldü. Keçi balası Mengülümü götürüb eve yollandı. Şengülüm, Şüngülüm Mengülümü görende çox sevindiler. Onun üzünden-gözünden öpdüler, şadlıq elediler.

Aktaran: Orhan Bahçıvan

LAYLA

Laylay beşiyim layla
Öyüm eşiyim layla
Sen get şirin yuxuya
Çekim keşiyin layla

Laylay dedim boyunca
Baş yastığa qoyunca
Pardaxlan qızı gülüm
Bir qoxluyum doyunca

Layla dedim yatasan
Qızıl güle batasan
Qızıl güller içinde
Şirin yuxu tapasan
Balama can demişem
Ağlama can demişem
Balamın dili açılan güne
Quzu qurban demişem
Balam layla a layla
Körpem layla a layla

Laylası derin bala
Yuxusu şirin bala
Tanrıdan ehdim budu
Toyunu görüm bala
Bizim yerler qalın meşe
Taxtında otur hemişe,
Aranında gül pitsin,
Yaylağında benöyşe

Layla dedim ucadan
Ünüm çıxdı bacadan,
Balamı Allah saxlasın,
Çiçekden, qızılcadan.

Layla dedim yatanda,
Gözdüyerem ay batanda,
Canım zinhara geldi,
Sen hasile çatınca.

Layla beşiyim layla,
Öyüm eşiyim layla,
Sen yat, yuxun algınan
Çekim keşiyin layla.

Layla dedim yatasan,
Qızıl güle batasan
Qızıl gül bağın olsun,
Kölgöyünde yatasan.

Layla dedim hemeşe,
Kervan geder enişe,
Yastığında gül pitsin,
Döşeyinde benöyşe.
Layla dedim günde men,
Kölgöyde sen günde men
İlde bir qurvan olar,
Sene qurvan günde men.
Layla emeyim bala,
Duzum çöreyim bala,
Gözdüyürem yekelen,
Görüm kömeyin bala.

Layla balam ağlama
Üreyimi dağlama
Yat yuxun şirin olsun
Yuxuma daş bağlama

Türkünün Makamı: Halay makamı.

CALALI GELİN

Calanın elinde düğün alayı
Toplanmış güzeller çeker halayı
Gelin ediyorlar körpe sunayı
Sürmesi gözünde Calalı Gelin

Calanın düzünde sürüler otlar
Müjdeye gidiyor küheylan atlar
Düğün günü gelmiş kırnetin katlar
Cehizi önünde Calalı Gelin

Calanın yolunda yolcular eyler
Sunayı oynatan minneti eyler
Barbaşında gidip türküler söyler
Mendili elinde Calalı Gelin

Calının dağları haya gidiyor
Toplanmış güzeller toya gidiyor
Elinde külekler suya gidiyor
Çemberi belinde Calalı Gelin

Calanın eline yağmur yağıyor
Toplanmış [b]kız gelin tezek yığıyor
Yavrusu dizinde inek sağıyor
Baldızı yanında Calalı Gelin

Calalı Ergünün böyledir meti
Müsafir gitmiştik gördük hörmeti
Başınd leçeği elinde tepsi
Hörmeti yerinde calalı gelin

Ozan Ergün YALÇIN

Göçlerin (Göç göç oldu)

Derlendiği Yöre :Göle Kaynak:Göleli Celaloğlan

Göç göç oldu göçler yola düzüldü
Anam nerden geçer yolu göçlerin
Uyku geldi ela gözler süzüldü
Anam nerden geçer yolu göçlerin

Hezele de deli gönül hezele
Sarardı gül benzim döndü gazele
Üç gün oldu yetemedim menzile
Anam nerden geçer yolu göçlerin

Düşüp geldik yaylacılar izine
Göçler endi Erzurum’un düzüne
Gariplerin kimse bakmaz yüzüne
Anam nerden geçer yolu göçlerin

Aldanma insana Allah’a yaslan
Evliye enbiye pir deyip seslen
Gel yetiş imdada Hazreti Arslan
Anam nerden geçer yolu göçlerin

Yöresi: Kars
Kaynak: Murat Çobanoğlu

Gözeller yığılf toya gedeller
Amanat amanat yar oyanamasın
Men bilirem da rıca minnet edeller
Yüngüllüf edip de tez oynamasın

Gözeller yığılıp yüze bakarlar
Al yanağa kızıl güller takarlar
Sonra söyler başımıza kalkarlar
Karakaş altında göz oynamasın

Hasta Hasan deyir ela göz yarım
Sana kurban olsun devletim varım
Demirem oynamasın oynasın yarim
Disekten aşağı bel oynamasın

Yöresi: Kars

Kaynak: Murat Çobanoğlu

Ey felek senin elinden bu sitare kimde var
Meni kimi sine-dağlı bahtı-kara kimde var
İki cihan-Serveri bir Mustafa’nın aşkına
Bulam dolanam başına derde çare kimde var

Her kişinin bir derdi var benimkinden beş-beter
Bir canan su ısıdarken birisi tas-tas töker
Birisi ağlar sızlar birisi yanar tüter
Tabib gelmez melhem almaz böyle yara kimde var

Hasta Hasan d e r bu sözüm konuşma namerdinen
Çok çalış ki dost olasın bir eli comardınan
Neçe aşık yandı nara illah Kerem derdinen
Böyle ataş böyle yanğun böyle çıra kimde var

Mihrali Bey (Terekeme Halk Kahramanı)

Ey ağalar beyler bizim ellerde
Koçaklıktan yana birdi Mihrali
Cahallık eyleyip dağlarda gezdi
Epey zaman kaçak durdu Mihrali

İbtidâ gözünden düştü devletin
Sonra göze girip buldu rağbetin
Cihana tanıttı şânın şevketin
Bir eşsiz nâmıdâr erdi Mihrali

Kan kavga kopanda Kars'ın başına
Doksan üç'te baktı yurdun işine
Dört-beş yüz atlıyı yığdı peşine
Moskof'un cengine girdi Mihrali

Muhtar Paşa kıydı ona nişânı
Başladı dökmeğe hûn-ı düşmanı
Şânı tuttu bütün Kafkasistan'ı
Koçaklarda dizdi ordu Mihrali

Ordu-yı İslam'a rehnümûn oldu
Tanrı aslanı çok şâd memnun oldu
Düşman güzergâhı her pür nun oldu
Leşlerini yere serdi Mihrali

Kemender Kazağı hep bizâr etti
Rahat yatırmadı can bizar etti
Loris de elinden el-hazer etti
Gece karargâhlar yardı Mihrali

Moskof ordusuna çok dehşet saldı
Hareketlerini keşfedip bildi
Osmanlı askeri tedarik aldı
Düşmana tuzağı kurdu Mihrali

Adını duyanda Rus'un Saldad'ı
Koparırdı "Mama" deyip feryadı
Moskof'a havf saldı merdâne adı
Gözlerin kurdunu kırdı Mihrali

Rus'u Şüregel'de pişman eyledi
Yollarını kesip hüsran eyledi
Taburların hâkle yeksan eyledi
En dilâverlerin yordu Mihrali

Mel'un Hacı Veli gör ne iş tuttu
Beş kapige dinin nâmusun sattı
Kars'ın teslimine çok gayret etti
O'nu sağ Paşa'ya verdi Mihrali

Huda'nın mukadder günü gelende
Bu hâl ile mahşer günü gelende
Düşmanların zafer günü gelende
Ciğerine dağlar vurdu Mihrali

Ağlaya ağlaya yurdu terketti
Atlıların çekip Sivas'a gitti
Nice ehl-i maraz şifâya yetti
Onlara bir tâ'un çordu Mihrali

Alnına yazılmış kara yazılar
Murada yetmedi ağlar sızılar
Haberi getirdi bazı bazılar
Kars'ı her gidenden sordu Mihrali

Akıbet O'na da bu fâni cihan
Yâr olmadı göçtü kalmadı mihman
Cennet-i Al'â'da tuttu bir mekan
Gaziler yanına vardı Mihrali

Gani Rahmân rahmet eyleye ana
Azim hizmeti var dine vatana
Ahvadımız dâim adını ana
Severdi gönülden yurdu Mihrali

SADIK'ın feleğe meydanı kaldı
Kıydı o yiğide nâm şânı kaldı
İkinci Köroğlu destanı kaldı
Söylenir dillerde merdi Mihrali

Âşık SADIK

Ay lele

Bir başını kaldırasan bahasan,
men yazığı bir göresen ay lele.
Lazımdı ki dil deyip agliyasan
Mene mezar oruyesen ay lele.

Yetmis ildi arvadıma er idim men,
ser gecinen sererin seri idim men,
bu on yılda gocaldım eridim men
bir beçere hala dustum ay lele...

Cevanlıgım yigitlim dildeydi,
höykürüşüm yıldırımım seldeydi,
bilmerem ki mene ne nazar degdi
öz dedigim isitmerem ay lele.

On putu men zırt deyin galdirerdim,
yigitleri gözünden aldirerdim,
bir pireye on yorgan yandirerdim
indi burnumu cekemerem ay lele...

Menim derdim cekilesi dert degil,
öz evimin özgesiyem ele bil,
oğul usah torunnarım gaynımgil,
meni yaman buduyullar ay lele.

Can deyirem çor ganeller doguller,
danıştirer hep üstüme güleller,
durduh yerde birden bire söğüller,
yetisen tuyumu didir ay lele...

Toyuh cücük yan yöremi esiyir,
serçe kuşlar ag başımı kaşıyır,
coluh cocuh gavagima işiyir,
el icinde irbet oldum ay lele.

Ne oldu ki dengil divan degisti,
ol devranim bir soluh kimi gecti,
annamerem ne nağıldı ne işti,
ottuh yerde zırt gedirem ay lele...

İnce İnce Yağmur Yağar

Derlendiği Yöre Göle Kaynak: Göleli Celaloğlan

İnce ince yağmur yağar
Ağaçlara yapraklara
Ay kız anan kurban olsun
Yattığın o topraklara

Vay balam vaylar balam
Su vermez çaylar balam
Sensiz geçen zamanım
Haftalar aylar balam

Bu dünya katili semdir
Yediğim dert ile gamdır
Bezirganım yüküm tamdır
Gelip kondum otağlara

Vay balam vaylar balam
Su vermez çaylar balam
Sensiz geçen zamanım
Haftalar aylar balam

Mekan tuttuk gurbetleri
Beni gören sanar deli
Akar durmaz gözüm seli
Irmak olur buxağlara

Vay balam vaylar balam
Su vermez çaylar balam
Sensiz geçen zamanım
Haftalar aylar balam

Arpaçayı Aşdı Daşdı - Kars yöresi

Arpaçayı aşdı daşdı
Sel Saramı aldı kaşdı
Üç bacının gözü yaşdı

Apardı seller Saramı
Bir ucu boylu balamı

Gedin deyin Han Çobana
Gelmesin bu el Mugan'a
Gelse batar nahak gana

Apardı seller Saramı
Bir ucu boylu balamı

Arpaçayı derin olmaz
Akar sular serin olmaz
Saram kimi gelin olmaz

Apardı seller Saramı
Bir ucu boylu balamı

Adabalar gelir goşa
Men kurbanam gelem gaşa
Oğlan elin çıktı boşa

Anonim

Ana Meni Yaz Ağla

Kars-Mürsel Sinan-Ali Haydar Gül

Ana Meni Yaz Ağla
Yaz Ağlama Güz Ağla
Demeyinen Tükenmez
Bir Kağıda Yaz Ağla

Ay Ana Ay Ana
Sen Menim Özüm Ana
Özüm Ana Gözüm Ana
Sohbetim Sözüm Ana

Gedin Anama Deyin
Derdimi Yanana Deyin
Anam Meni Sorarsa
Günümü Gara Deyin

Ay Ana Ay Ana
Sen Menim Özüm Ana
Özüm Ana Gözüm Ana
Sohbetim Sözüm Ana

Anama Deyin Ağlasın
Garaları Bağlasın
Men Yadına Düşende
Ureyini Dağlasın

Ay Ana Ay Ana
Sen Menim Özüm Ana
Özüm Ana Gözüm Ana
Sohbetim Sözüm Ana

Ay Dağlar Sende Gözüm Var

Kars-İbrahim Yıldırım Arşivi-Plaktan Yazıldı

Ay Dağlar Sende Gözüm Var
Ay Mendederde Dözüm Var
Haber Verin Yar Gelsin
Ay Yüreğimde Sözüm Var

Gel Bize Gel Bize Gel
Gurbanam O Kaş Göze Yar

Ay Su Gelir Arhanağa
Ay Dolanır Çarhanaya
Menden Öz Yarim Küsüp
Ay Bilmirem Harhanağa

Gel Bize Gel Bize Gel
Gurbanam O Kaş Göze Yar

Ay Men Aşıgem Gence Vay
Ay Şeki Şirvan Gence Vay
Yar Yardan Ayrılsa Da
Ay Mehebbet Ölünce Yar

Gel Bize Gel Bize Gel
Gurbanam O Kaş Göze Yar

Bir Hışmınan Geldi Geçti (Kiziroğlu)

Kars-Aşık Dursun Cevlani-Muzaffer Sarısözen

(Ah)
Bir Hışmınan Geldi Geçti
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bu Dağları Deldi Geçti
Kim Kim Kim Kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey Oğlu Bir Bey Oğlu

(Ah)
Bir At Biner Ala Paça
Mecel Vermez Kırat Kaça (Hey)
Az Kalsın Ortamdan Biçe
Kim Kim Kim Kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey Oğlu Bir Bey Oğlu

(Ah)
Hay Edende Haya Teper
Huy Edende Huya Teper (Hey)
Köroğlunu Çaya Teper
Kim Kim Kim Kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey Oğlu Bir Bey Oğlu

Gözel nefesinden gül etri gelir
Geciken bir bahar faslısan yohsa
Dilinde eser var bizim ellerden
Sormah ayıp değil Karslısan yohsa.

Bu gizli sevdayı edende aşkar
Sözle aramıza çekirsen duvar
Zalım bahışında özge mana var
Keremi yandıran Aslısan yohsa.

Yasemen tellerin yolunu caşıp
Dal gerdende ince bele dolaşıp
Alma yanağına gara hal düşüp
Sen de Zeynel kimi yaslısan yohsa.

Zeynelabidin MAKAS

Başımda bir elin çen dumanı var
Gorhudabilmeyir tipiler meni
Çiy kerpiçli dahmam daha doğmadı
Ürküdür gondarma yapılar meni.

Üreyim dost adlı her derde yanır
Ne bir ibret alır, ne de usanır
Daha özümden de yahşı tanıyır
Üzüme çırpılan yapılar meni.

Zeynel inden bele ham hayal gurma
Sevince aldanıp derdini yorma
Köhne dostum, zehmet olar ahtarma
Elbet bir ahtaran tapılar meni.

Zeynelabidin MAKAS

Bu da evlinin hali

Hak nasip eylesin dosta tanisa,
soylenen sozleri tutan gariyi.
Belki yilan vura akrep disliye
kocasindan once yatan gariyi.
Derde dussun yaralari islesin,
gece gunduz aglamaga baslasin
komsulari hal hatirin sormasin
komsu arasini katan gariyi.

Bu dunyanin sefasini surmesin,
oguldan evlattan vefa bulmasin.
Ayse Fatma sefaati gormesin
kendini ellere satan gariyi.
Abdestsiz hamura vursa elini,
hem yalana alistirsa dilini,
Hisminan zebaniler kessin yolunu
oz evinden calip satan gariyi.

Mustafam der hep nasihat eylesin,
otuziki farzi birbir ogretsin.
Ya dogsun bosasin ya terk eylesin
Kocasina inat katan kariyi ...

61 DESTANI

Gör Hanenin suyu hepsinden datdı
Hacı Veli ağ goyunu kamilen sattı
Subatan acınan ahşamnan yattı
Garagaş eleşip durduğu gündü

Dolu yağdı Daynalığın düzüne
Cala hasret sohbetinen sazına
Ölüm tozu kondu Arazoğlun üzüne
Anı yer altını bulduğu gündü

Bayguş gondu Gızıl Veyin daşına
Bela yendi Tezekendin başına
Ahıl ermez İlanlının işine
Ağüzüm düdüğü çaldığı gündü

Başgediğ ofisin ağzını açar
Baydah da yeddiden yetmişe gaçar
Bu arada Merveh galıftı naçar
Kineyi düdüğü çaldığı gündü

Asdanhana and içer otun başına
Şöreyel girifti on dört yaşına
Hele bahın bu Dihnizin işine
Böyüh Pirveliye güldüğü gündü

İki Ergineler aş etmeh göder
Uzun Kilse başın alıp gurbete geder
Küçüğ Ağüzüm ise harb eylan eder
Tüfehler boşalıb dolduğu gündü

Küçük Pirveli diyer vay belalı başım
Hazma Kereh diyer pişmedi aşım
Uğuzdu uzadıf, pitifdi işim
Külveren afata verdiği gündü

Söyütdünün bağçasına bağına
Şemsinin de tendirin ayağına
Hele bahın bu Cinninin işine
Elvan çiçehleri solduğu gündü

Kırmızı Gül Ağıdı
Derlendiği Yöre: Göle Kaynak: Göleli Celaloğlan

Kırmızı gül demet demet
Yaşam değil bir alamet
Gitti gelmez o muhannet
Şöregel de balam kaldı

Gülom nenni balam nenni
Kefensiz gömdüm ben seni

Kırmızı gül harman olsa
Derdimize derman olsa
Yaradan da ferman olsa
Şöregel de balam kaldı

Gülom nenni balam nenni
Kefensiz gömdüm ben seni

Hezeli Gülom hezeli
Şöregel’in gül güzeli
Gül idin döktün gazeli
Şöregel de balam kaldı

Gülom nenni balam nenni
Kefensiz gömdüm ben seni

Oyunu balam oyunu
Isıtamadım suyunu
Kim ölçtü biçti boyunu
Şöregel’de balam kaldı

Gülom nenni balam nenni
Kefensiz gömdüm ben seni

Ardahan'ın Yollarında

Kars-Musa Yılmaz-Muzaffer Sarısözen

Ardahan'ın Yollarında
Güller Açıp Bağlarında
Eyle Bir Yar Sevmişem Ki
Onüç Ondört Çağlarında

Eyvah Dimme Dimme
Nazlı Yar Dimme
Men Özüm Sarhoş
Sen Şerap Verme

Dimme'yi Ben Çayda Gördüm
Elinde Bir Bayda Gördüm
İki Öptüm Bir De Sevdim
Ondan Ne Fayida Gördüm

Eyvah Dimme Dimme
Nazlı Yar Dimme
Men Özüm Sarhoş
Sen Şerap Verme

Ay Gız Adın Amandır

Kars-Yöre Ekibi-İstanbul Belediye Konservatuarı

Ay Gız Adın Amandır
Hoş Bakışın Yamandır
Dönen Gece Söz Verdin (Balam)
Bu Gece Ki Tamamdır

Gaşın Gözün Şirin Sözün
Aldı Yazık Canımı
Men Sene Heyran
Sen Cana Kurban
Ay Hanım Hanım
Sen Menim Canım
Men Seni Alım
Dağlara Gaçım Bu Gece

Ay Gız Adın Emine
Şeker Verdim Yemine
Nenem Seni Beğendi (Balam)
Gaç Gel Sen De Men İle

Gaşın Gözün Şirin Sözün
Aldı Yazık Canımı
Men Sene Heyran
Sen Cana Kurban
Ay Hanım Hanım
Sen Menim Canım
Men Seni Alım
Dağlara Gaçım Bu Gece

Geline Bak Geline
Tefin Alıp Eline
Şirin Şirin Danışır (Balam)
Gurban Olam Diline

Gaşın Gözün Şirin Sözün
Aldı Yazık Canımı
Men Sene Heyran
Sen Cana Kurban
Ay Hanım Hanım
Sen Menim Canım
Men Seni Alım
Dağlara Gaçım Bu Gece

Maşın Gelir Hareli

Kars-Raci Alkır-Talip Özkan

Maşın Gelir Hareli
İçi Dolu Yareli
Ele Bir Yar Sevmişem
Kars'ımızın Maralı

Yazığın Gelsin Oy Ana
Kapıda Duran Oğlana
Boynunu Buran Oğlana

Maşın Gelir Başbaşa
İçinde Kazım Paşa
Paşaların Paşası
Mustafa Kemal Paşa

Yazığın Gelsin Oy Ana
Kapıda Duran Oğlana
Boynunu Buran Oğlana

Maşın Gelir Yanaşır
İçi Dolu Çamaşır
Ele Bir Yar Sevmişem
Gören Gözler Kamaşır

Yazığın Gelsin Oy Ana
Kapıda Duran Oğlana
Boynunu Buran Oğlana

Şöregel Türküleri


Şöregel türküleri yöremizin yaygın bilinen türküleridir. Genelde bu adla
anılırlar. Çünkü geçmişe dayanan uzun bir kültür birikimini kendi topraklarında
barındıran Şöregel, bugünkü adıyla Arpaçay, genelde kuzeydoğu şehir ve
kasabalırın uğradığı azizliğe uğramış. Bu nedenle tüm türküleri başka şehirlerin
üstüne yazılmıştır. Bu şehirlerin başında Erzurum geliyor.

Erzurum diyorum çünkü, Türküler tarihende Erzurum’un önemli bir yeri vardır.
Bunu şöyle anlatmak mümkündür.

Anadolu topraklarında merkezi kentler vardır. Bu kentlerde kültürel yönden, bazı
gelişmeler yaşanmıştır. Örek; Urfa sira geceleri , Konya oturakları, Van Abdal
meclisi, Ankara yaren meclisleri gibi, türkülerin okunduğu eğlence nitelikli
söylevlerin içinde geniş bir yelpaze olarak yörelerin tüm türküleri alınmıştır.

Erzurum da bulunan Beyler Meclisi, tüm yöre aşıklarının uğrak yeri olmuştur.
Dahası, para kazanmak amacıyla bu şehirlere gelen ve bu meclislerde bulunan
aşık, ozan, türkücü, sanatçı kültürel birikimini buralarda bırkaıp gitmiştir.
Yıllar sonra derlemeler yapılınca bu şehirlerin türkü söyleme geleneğinden sürüp
gelen türküler az ya da çok değişime uğrayarak bu şehirlerde derlenmiştir.

Yöremizde söylenen binlerce türkünün içinde Erzurum adı geçer. Aynı zamanda,
türkülerde ŞÖREGEL adı da geçer. Her yörenin adı yörenin türküsüne yanısımıştır.
Bu böyle biline.

Bu kırk yıllık esaret devresini anlatan birkaç türkünün yada ağıtın adlarını
yazarak, konumuz olan kırmızıgül ağıtına geçelim.

1.Eledim eledim höllük eledim
2.Göç göç oldu göçler yola dizildi
3.Başına döndüğüm kurban olduğum
4.Şölegelin alt yokuşu
5.Kırmızı gül
6.İnce çayır biçimedim (Seringül Ağıdı)
7.Dağlar başı duman olur kar olur
8.Al kanlar içinde yatan meleğim
9.İnce ince yağmur yağar (Şöregel Dağına)
10.Göçer oldum Şöregel’in dağından

Şimdi on tane türkünün ya da ağıtın sadece adlarını yazarak, kırmızıgül ağıdına
gelelim.

Ağıt dediğimiz ezgiler, çocuklar adına gündeme gelince nenni söyleviyle iç içe
gelir. Kırmızıgül türkü değil ağıttır. Çocuk ağıdı olduğu içinde nennili bir
içerik taşıyor.

Dilden dile yayılan böylesi içli anlatımlar ya da ezgiler, yöresel bir değişime
uğrar. Sanırım bu ağıtta böylesi bir değişime uğramış. Celaloğlan adlı ozanın
defterinde yar alan bu ağıtların içinde üç tanesinin sözlerini aşağıya aldım.
Bunların içinde, Kırmızıgül adlı ağıtın yakılış nedeni olan hikayeden az da olsa
söz edeceğim.



Gelelim adı geçen türkünün hikayesine:

Yeri halkı Ruslar tarafından zorla göçe etmeye mecbur bırıkılınca, türküler de
yeniden gelip gündeme oturmuş. Bu türkülerin içinde bir tanesini yazacağım.

Ben küçükken çok söylediğim türkülerden biri olan
Şörgel'in alt Yokuşu

Şöregel’in alt yokuşu
Oraya giden değilem
Başın götün sallama
Kız seni alan değilim

Şöregel de bir kuyu var
Suyunu içen değilem
Düşman yurda geldi diye
Önünden kaçan değilim

Aklımda bu kadarı kalmış.

İkincisi ise Kırmızı gül ağıtıydı.

Yöre işgal altında, Ruslar yöre halkını göçe zorluyor. Halk, göçmekten ziyade
küçük küçük çeteler oluşturarak, Rus askerleriyle savaşıyordu. Küçük çatışmalar
tez zamanda dağılıp perişan ediliyordu. Çete içinde görev alanlar, tesbit
edildiği zaman ya sürgün ya da, ölüm gibi cezalara karşı karşıyaydı.

İşte GÜL adıyla türkülere konu olan kızın babası da böylesi bir çeteye katılır.
Bir çatışma sonucu çete dağılır ve çete içinde görev alanlar yöreden kaçmaya
başlarlar.

Baba bir yolunu bularak eve yetişir. Altı aylık kızını ve karısını alarak batıya
doğru kaçmaya başlar. Amaç, yörede göçen göçlere yetişip izini kaybetmektir.

Altı aylık kızını sırtına bağlayan baba ve azık torbasını elinde tutan ana,
gecenin karanlığından faydalanarak kaçmaya başlarlar. İstenilen hedefe bir an
önce ulaşmak için, dur durak demeden kaçarlar.

Gecenin ayazına ve uzun yolun şidetine dayanamayan çocuk babasının sırtında
ölür. Karı koca bunun farkına varırlar. Kaybedecek zamanları yok. Hemen oracıkta
elleriyle toprağı eşerler ve Gül adlı kızlarını oraya gömüp , yeniden kaçmaya
başlarlar. Yöreden ayrılan göç katarlarına ulaşana kadar soluksuz kaçarlar.

Aana yüreği doludur. Göçlerin içinde boşalır.

Yörden çekilen göçler ilk durak olarak Erzurum’a yetişir. Erzurum’da konaklayan
göçlerin içinde bu ananın Gül adlı kızının hikayesi dilden dile yayılır.
Arkasından bu ağıt gelir.

Not: Bu göçleri anlatan üç ağıdı yazının sonuna aldım. Bu ağıtlar celaloğlan
adlı ozanın defterinde böylece yazılıydı.

Türküler içinde geçen özel adları lütfen değiytirmeyin. Şahmaran’ı Şahı merdan,
Şöregeli Şolrevan yapmayın. O zaman yanlışlar doğru yerine geçince, türküleri
anlamak zor oluyor.

Sefil baykuş ne yatarsın bu yerde
Yok mudur vatanın illerin hani

Hani ya! Bülbül gibi şakıyan; aşkı gözlerden okuyan dillerin hani?.. Hey gidi onbeş yaşın Suna'sı hey ! . Toprağa girecek yaş mı bu ! ..

Varıp türküye sorsan "Ey türkü nedir bu Sefil Başkuş öyküsü... neyin nesi bu Suna kız". Türkü dillenir. Öyküler meseleyi.

Recep derler bir genç vardı, Kars'ın Kağızman'ında Recep'in babası Ağa Dede adlı bir rençberdi. Oğlunun okuma-yazma yaşına gelince, Hafız Lütfi Efendi'ye yolladı onu. Eskiden nerde şimdiki okullar. Varsa yoksa rrıedreseler. İşte Recep'te gözlerini Hafız Lütfi Efendi'nin medresesinde açtı çevreye.. Sesi güzel olduğu için de hocası onu çok seviyordu. Recep oniki yaşına gelince, medresede ders vermeye başladı. İyi, hoş ama, Yaşının da ergenliğe geçiş dönemi: Öğrenciler arasında kızlar da var. Hele bunlar arasında emmisinin kızı Suna var ki, bir içim su.. Suna da onun yaşlannda, çocuk daha. Ama, Recep'in ilgisini anlıyor. İçten içten de boş değil Recep'e. Recep derseniz günden güne tutuluyor Suna'ya. Uykuları kaçar oluyor, rahat, huzur hak getire. Medreseyi terkedip, dağlara düşüyor. Elinde sazı, çalıp; söylüyor. Yaktığı türküler de hep Suna'nın üstüne. derken, mesele Recep'in babasının kulağına gidiyor. Babası olgun adam..Varıp Sunâ nın babasına açıyor konuyu. "Valla kardeş durum böyleyken böyle bizim oğlan deli divana. Dağlara düştü. Suna der de başka birşey demez.... Allah kısmet etmişse, baş-göz edelim çocuklan. Elin akıllısından, bizim delimiz iyidir" diyor.

Suna'nın babası dinliyor kardeşini. Sonra da: "İyi ya kardaşım. Anşa evdeyken, Suna'yı nasıl veririm. Elalem ne der. Büyüğü dururken, küçüğünü verdi. Törelere karşı geldi demezler mi? Suna olacağına, Anşa olsun" der. Recep'in babası ilkin hık-mık eder, sonra da: "Gençtir. Çabuk unutur. EI kızı geleceğine, Anşa olsun" der. Eee devir eski devir, töreler baskırı. Emmioğlu, emmikızıyla evlenecek. Onunda ilkin büyüğü gelin olacak. Kim ne der. Haber Recep'in kulağına gelince, vurulmuşa döner... Ama, ağzını açıp da babasının kararına karşı gelmek ne haddine, boynunu büküp oturur. Suna derseniz, olanlardan habersiz. Ona kalsa, ömür boyu bekleyecek Recep'i. "Anşa evlenir giderse sıra bana gelir. Bende Recep'e vannm" hesap ediyor Suna. Ama, iş açığa çıkıp durumu öğrenince iki göıü, iki çeşme Suna'nın. Ağlamak için kenar köşe anyor. Sonra da iki elinin arasına alıyor başını. Haykıra haykıra ağlıyor. Başka da birşey gelmiyor elinden. "Hayır Recep beni istiyor, ben de Recep'i" dese, kim dinler. Üstelik elaleme rezil olur. Babasının anasının da yüzüne bakamaz. Boynunu büküp bekliyor.

Uzun sözün kısası, Recep'le Anşa'nın düğünü yapılıyor. Başgöz olup çekiliyorlar evlerine. Ama, nerde Suna; nerde Anşa. Recep'in gönlü illaki Suna diyor. Kimseye belli etmek istemiyor. İçini türkülerle döküyor, dertli dertli çalıp, türküler yakıyor Suna'ya. Gece gündüz demeyip, dağ-bayır; ova yayla dolaşıp duruyor. Medreseyi de, hafızlığı da bırakıyor... Bir tek "Hıfzı" takma adı kalıyor hafızlığından. Türküleri de dilden dile dolaşmaya başlıyor. Duyan duymayana; bilen bilmeyene söylüyor.~Kağızman'lı Hıfzı'nın türkülerini.

Suna derseniz içine kapanık. Arada bir ablasına gittiğinde görüyor Hıfzı'yı. O kadar!.. Onda da dertlenip dönüyor eve. İçine atıyor hep. Hıfzı, Suna'yı alsa kaçsa; töreler! hlâki babasının, emmisinin şerefi. Bakıyor oluru yok, Sunâ sız yaşamak zor, çareyi gurbette anyor. "Alır başımı giderim. Olaki unuturum. Gözden ırak olan, gönülden de olurmuş" diye teselliyi gurbette aramaya çıkıyor. Babasına da geçimi sebep gösteriyor. "Baba bu geçimle iki ay baş edemez. Ben Anşa'yı alıp gurbete gidiyorum. Üç-beş kuruş biriktirir döneriz" diyor. Babasr karşı koymak istiyorsa da Hıfzı kararlı. Çok geçmeden de yükünü sırtlayıp, yollara düşüyor. Şura senin, bura benim. Vara vara Çukurova'ya varıyorlar. Toprağı bereketlidir Çukurova'nın diye duymuştur. Gidip bir çiftliğe yerleşiyorlar. Ufak tefek işlerine bakıyorlar çiftliğin. Kendisi at arabasını süriiyor. Tarlaya gidip geliyor. Ekim dikimle uğraşıyor. Anşa da, çiftlikte yemek yapıyor, ortalığı temizliyor. İnek sağıyor. Geçinip gidiyorlar. İyi. Hoş. Ama, Suna aklından çıkmıyor Hıfzı'nın. Unuturum diye çıktığı gurbet, daha çok yakıyor içini. Rüyalanna giriyor Suna. Derdini bir tek kavalına anlatıyor. Anşa hiç birşey anlamıyor. Ağzını açıp iki çift laf etmiyor zaten Hıfzı'yla. İki yabancı gibiler evde. Bunlar böyleyken, acaba Suna ne yapar? Suna ne durumdadır? Haberi Suna'dan verek.

Hıfzı Kağızman'dan çıkıp gurbet yoluna düşünce, Suna'nın içini de kurt kemirmeye başladı. Eriyip akmaya başladı Suna. Yanaklarındaki onbeş yaşın pembeliği, yerini, limon rengine bıraktı yavaş yavaş. Sararıp soldu Suna. İlaçtı yatırdı boş!. . Kimse çare olamadı Suna'nın derdine. Bir de şu var; yaşlılardan bazısı ancak evlenirse iyileşir bu, diyor. İsteyeni de çok Suna'nın. Babası uygun birini kestirip, işini bitirdi. Kimse de Sunâ ya bir şey sormadı. Bir yandan, sırtı kesiliyor, düğün hazırlığı yapılıyor; öteki yandan derdine çare aranıyor Suna'nın. Küt küt öksürüyor, soğuk soğuk terliyor Suna. Kimsenin olmadığı yerlere çekilip için için de ağlıyor. O kadar. Bir tek rüyalarda teselli buluyor. Rüyalarında Hıfzı'yı görüyor hep. Kuş olup uçuyor Hıfzı. Gelip evin bahçesine konuyor. Sonra kocaman kanatlarnı vurup iniyor aşağı kaptığı gibi havala.ra uçuyor Suna'yı. Suna da kollarını kanat gibi çarpıyor. O da Hıfzı'yla uçuyor. Dağları ovaları geçip, gözden kayboluyorlar. Sonra ılık bir ter basıyor yeniden. Açıyor gözlerini ağlıyor ağlıyor.

Uzun sözün kısası; ince hastalık yakıp kavuruyor Suna'yı.. Gün güne de eriyip akıyor. Bir deri, bir kemik kalıyor... Öte yandan düğün günü de gelip çatıyor... Bir yanda saz söz; bir yanda davul zurna. Yeniyor içiliyor. Buz gibi şerbetler dağıtılıyor... Gelinlik elbisesi de çok yakışıyor Suna'ya. Düğünün ikinci gecesinde Suna yataklarda.. Bakıyorlar olacak gibi değil, erteliyorlar düğünü. Suna'nın son yatağa düşüşü oluyor bu. Bir daha çıkamıyor yataktan. Hıfzı'nın adını sayıklaya sayıklaya, son nefesini veriyor. Evin şenliği, yasa dönüyor. Gelinlik elbiseleriyle koyuyorlar mezara Suna'yı. Başına da "Murad almamış gelin" diye yazıyorlar.

Suna'nın son nefesini verdiği gece, Hıfzı sabaha kadar uyuyamıyor. Kan ter içinde dönüp duruyor yatağında. Gözlerinde Suna'nın hayali. "tez gel" diye yalvanyor. Gözlerini kapasa, rüyasında Suna. Sabahı iple çekiyor Hıfzı. Sabahın erkeninde kalkıp, Anşa'ya: "Tez hazırlan memlekete döneceğiz. Zaten gurbetin hayrı yok. Elimiz görüyor, cebimiz görmüyor. Hasretlik de cabası". Varıp çiftlik sahibine anlatıyor durumu. Tez elden yola çıkıyorlar. Şura senin; bura benim. Günlerce yol tepip, ulaşıyorlar Kağızman'a. Tez varıp Suna'yı soruyor Hıfzı. Ağlayarak durumu anlatıyorlar... Olduğu yere yıkılıyor Hıfzı. Başı ellerinin arasında, saatlerce ağlıyor. Sonra sazını alıp, Suna'nın mezanna gidiyor. Mezar taşına bir baykuş konmuş, figan etmektedir. Bir kenara da Hıfzı çekilir.... Vurur sazın tellerine.

Sefil başkuş ne gezersin bu yerde
Yok mudur vatanın illerin hani
Küsmüş müsün selamımı almazsın
Şeyda bülbül gibi dillerin hani

Ecel tuzağını açamaz mısın
Açıp da içinden kaçamaz mısın
Azat eyleseler uçamaz mısın
Kırık mı kanadın kolların hani

Aç mısın, yok mudur ekmeğin aşın
Odan ne karanlık, yok mu ataşın
Hanidir güveyin, hani yoldaşın
Hani kapın bacan, yolların hani

Kara yerde mor menevşe biter mi
Yaz baharda ishak kuşu öter mi
Bahçede alışan, çölde yatar mı
Uyan garip bülbül güllerin hani

Burda yorgan döşek, yastık var mıdır
Bu geniş dünyada yerin dar mıdır
Dalın tahta duvar, önün yar mıdır
Yeşil başlı Suna'm güllerin hani

Körpe maral idin dağlanmızda
Dolanırdın solu sağlanmızda
Taze fıdan idin bağlanmızda
Felek mi budadı dalların hani

Düğününde acı şerbet içildi
Gelinlik esvabın dar mı biçildi
İlikle düğmele göğsün açıldı
N'oldu kemer-beste belleri hani

Alışmış kaşların var mı karası
Ala idi gözlerinin binası
Kocaldın mı onbeş yaşın Suna'sı
Yok mudur takatin, hallerin hani

Aç kapıyı emmim kızı gireyim
Hasta mısın halin sual edeyim
Susuz değil misin bir su vereyim
Çaylarda çalkanan seslerin hani

Yatarsm gaflette gamsız kaygusuz
Ninni balam ninni kalma uykusuz
Hem garip hem çıplak, hem aç hem susuz
Felek fukarası malların hani

Her gelip geçtikçe selam vereyim
Nişangah taşına yüzler süreyim
Kaldır nikabını yüzün göreyim
Ne çok sararmışsın alların hani

Civan da canına böyle kıyar mı
Hasta başın taş yastığa koyar mı
Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
A1 giy allı, balam şalların hani

Daha seyrangaha çıkarmaz mısın
Çıkıp da dağlara bakamaz mısın
Kaldırsam ayağa, kalkamaz mısın
Ver bana tutayım ellerin hani

Bir kuzu koyundan, ayrı ki durdu
Yemez mi dağların kuşiyle kurdu
Katardan ayrıldın, şahin mi vurdu
Turnam, teleklerin tellerin hani

Sen de Hıfzı gibi tezden uyandın
Uyandın da taş yastığa dayandın
Aslı hanım gibi kavruldun yandım
Yeller mi savurdu, küllerin hani

Hıfzı sorar da Suna durur mu? Suna'nın cevabını da şöyle dillendirir halkımız:

Emmioğlu küsmemişim ben senden
Ölüm lal eyledi, dillerim yoktur
Eğdi kametimi, büktü belimi
Kalkamam ayağa hallerim yoktur

Haber edin kuşlar çeksin yasımı
Yuva yapsın püskülümü gesimi
Koymadılar doldurayım tasımı
Havuzdan ayrıldım, sellerim yoktur

Bende Hıfzı gibi tezden uyandım
Uyandım da taş yastığa dayandım
Aslı Hanım gibi, kavruldum yandım
Sam yeli savurdu, küllerim yoktur



"Notalarıyla Türkülerimiz ve Hikayeleri" isimli kitaptan alınmıştır.

mihrali.jpg

Dede Korkut Oğuznameleri’nde iki Başkent vardır.Biri düne kadar Kars’a bağlı olan Iğdır’da ki “Karakale”, diğeri ise Kağızmanda ki “Ağcakale”dir.

Oğuzların bilge kişisi,ozanı,kopuz mucidi,akıldar insanı Dede Korkut’tur.Oğuzname’nin birinde baş kahramanlardan Kazan Han:

“Sürmeli de Ağcakale de at oynattum”

demektedir. Oğuzların kışlağı ve yaylağı Kars olduğuna göre halk ozanlığının başlangıcı da Dede Korkut ile Kars’ta başlamış bulunmaktadır.

9 ile 11 nci asırdan bu yana bu gelenek “halk ozanı, halk şairi, halk aşığı gibi adlarla günümüze taşına gelmiştir.

Kars Eli, DedeKorkut’tan başlayarak Çobanoğlu’na varıncaya dek bu zaman içerisinde çok güçlü aşıklar yetiştirmiştir. Sanatı güçlü, kudretli olanların başında Tüccari, İkrami, Zihni, Şenlik, Ceyhuni, Bahri, Kahraman, İrfani, Müdami, Kasapoğlu, Hıfzı, Cemal Hoca, Nihani, Karahanlı gibi isimleri sayabiliriz.

Kars aşıklık geleneğindeki makamlarımızı ustalardan alan çıraklar, yazdıkları şiirlerinde ezgi olarak kullana geldiklerinden makam üretemez olmuşlardır.Hep aynı makam,hep aynı ağız, aynı tel ile çalıp söylemişlerdir.Kars aşıklık geleneğimiz bundan ötürü 1960 sonrası makam kısırlığı yaşamıştır.

Murat Çobanoğlu’nun bu yıllardan başlayarak açtığı “Çobanoğlu Gazinosu” Azerbaycan’da olduğu gibi Kars’ta bir “Aşıklar Okulu” işlevini üstlenmiştir. Bu mekana gelen aşıklık adayları burada sazı,sözü,türküyü kavramış,şiir türlerini öğrenmiş,aşıklığa başlamıştırlar. Kars, işbu mekanı açtığı için merhum Murat Çobanoğlu’na minnettardır.

Günümüz Kars aşıklık geleneğine baktığımızda ister makam olsun,ister şiir hususunda olsun Tüccari, Zihni, Şenlik döneminin çok çok gerilerindedir.Ama yakın bir tarihte yitirdiğimiz merhum Murat Karahanlı’nın sanat kudreti geleneğimiz için bir ışıltıdır.

Şiir sanatının bir duygu işi olduğunu bilmeyen yoktur. Fakat aynı zamanda şiir sanatının bir bilgi işi olduğunu da belirtmek gerek. Duygu ile bilgi birleşmelidir. Şiirde üç dört önemli unsur vardır. İmge, imaj, estetik, konu gibi. Bunlar olmayınca şiir şiirlikten çıkar ve yan yana yazılmış, hece ölçüsüne oturtulmuş mısralar birbirine bağlanmış, işe yaramaz kelime yığınları çıkar ortaya. Sonra sen dön bu yığınlar içerisinde berceste bir mısra, berceste bir şiir, bir şah eser ara ki bulabilesin..

Bu noktaya gelmişken örnek olarak hemen merhum Çobanoğlu’nun iki mısrasını örnek verelim. “Sor” redifleriyle biten bu şiirin ilk iki mısrası şöyle:

“İnsan dedikleri duvara benzer
Hele sıvakları dökülsün de gör”

Sonucu nereye bağlanırsa bağlansın,böyle bir benzetme olabilir mi? Olamaz, çünkü insanoğlu yaratılmışların en güzeli,en şereflisi olarak,kainatın aynası olarak yaratılmıştır. Bakın Daimi ne diyor:

“Kainatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım”

Duvar taştır, kerpiçtir, betondur. Güzelliği bu kadardır.Oysa insanın benzetileceği o kadar yeryüzü harikası var ki sorma gitsin.Böyle mısralarla hangi imajı yakalayabiliriz. Hangi estetiğe ulaşabiliriz ki?

Gerek Kültür Bakanlığı olsun,gerek Konya ve Kars Aşıklar Bayramı olsun, gerek çeşitli şiir yarışmaları olsun aşıklarımıza madalyalar yağdıra yağdıra kilolarını ağırlaştırdı, sanatlarını hafiflettiler. Nasıl mı? Geçtiğimiz yıllarda Kültür Bakanlığı bünyesinde “Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk” konulu bir yarışma açıldı. Şiir yarışması. Bu kelimeleri alan aşığımız:

“Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk”

kelimelerini on birli ayak yapıp üstüne bir dolgu döşemesiyle şiirlerini yazarak yarışmaya katılıp birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar aldılar. Bu aşıklar ne yazdıysa Kültür Bakanlığı onları ödüllendirdi. İş böyleyken aşık niye kendini zorlasın ki niye şiirin inceliği için uğraşı versin ki?...

Burada Hıfzı’nın bir dörtlüğüne göz atalım:

“Canan da canına böyle kıyar mı
Hasta başın taş yastığa koyar mı
Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
Al gey allı balam alların hani

Dörtlükte anlatılmak istenilen birinci dize de “ölüm”, ikinci dize de “mezar”, üçüncü dize de “kefen”, dördüncü dize de ise “yaşam”dır. Ama bunların ismi geçmeden anlatılmıştır. Sanat bu işte, estetik bu...

Merhum Murat Çobanoğlu’nun Aşıklar Kahvesi’nde çok ozan çalmış,söylemiş,bir çok ozan yetişmiştir.Makam ve şiir tekrarıyla hatta taklitleriyle yetişen bu ozanlar ne yazık ki üretken olamamıştır. Kars’ı, Erzurum’u geçtikten sonra bir Davut Sulari,bir İsmail Daimi,bir Muhlis Akarsu, bir Mahzuni çıkar karşımıza. Hem söz ustasıdır bunlar hem makam ustası.Maalesef bu Kars’ta yok. Günümüz Karslı aşıklarımızın telinden dökülüpte popüler olmuş türkümüz bir elin parmak sayısını geçmez.

Kars Aşıklık Geleneği’nin benzeri ürünlerini yinelemekle bu geleneğe canlılık kazandırmak zor olsa gerek.Bu iş ancak özgün ürünlerle soluk bulabilir.

Nasıl mı özgün olacağız? Okuyarak,öğrenerek, yazdıklarımızı yırtarak.Yeniden yazarak.Bilgi sahibi olarak. Yaptığımız işin yarı duygu, yarı bilgi işi olduğunu kavrayarak.

Bilgi sahibi olmadan bir şeyi yapmanın doğurduğu bir sonuca gelmek istiyorum.Merhum Çobanoğlu bir kasetinde Kağızmanlı Hıfzı’dan bahsederek onun ünlü ağıtını okuyor.

“Hıfzı Kağızman Hakimliği’nde mubaşır idi” diyor. Hakim’in Kars’a bir evrak gönderdiğini, dönüşte sevgilisi Nergiz’in öldüğünü ve mezarı başına giderek ağıt yaktığını belirtiyor.

Bir kere Hıfzı “Kırk Yıllık Karagünler” de doğmuş ve ölmüştür. Bu yıllarda Kağızman esaret altındadır. Hıfzı’yı 1941 den sonra yayınlamaya başlamıştır. Sayın Barenseli 1960 larda kitaplaştırmıştır. Hem de Kars Halkevi yayınlarından. Sayın Çobanoğlu Kağızman’a defalarca gelip gitmiş. Hiç mi Hıfzı’yı yakın akrabalarından sormamış? Kaynaklardan hiç mi okumamış? Biz ne Hıfzı’nın, ne Şenlik’in, ne Sümmani’nin şiir sanatındaki inceliği kavrayabilmişiz nede ki kendi sanatımızı geliştirip güzelleştirme yolunda bir adım atabilmişiz. Ancak bizden önce ne varsa onlarla yetinebilmiş onları harcamaya çalışmışız. Çoğu zaman da yanlış bilgiler vermişiz halka..

Kars Aşıklar Bayramı’na dönelim. Bu yıl ilk olarak Kars’ta bir bayram yapıldı.Davet edilen aşıklar henüz sahneye adım atmadan madalya ve plaket ödülüne layık görüldü. Al sana bir koltuk karpuzu. Git de böbürlen.Aşık ne söyledi ki ödüllendirdin. Gerisi malum.

Ben şu andan itibaren aşıklarımızı hak etmeden aldıkları ödülleri anı sayarak kendilerini sorgulamaya başlayıp yaptıklarını ve yazdıklarını gözden geçirmelerini, okumalarını, yırtmalarını öneriyor onları berceste mısralar yazmaya ,çok güzel makamlar üretmeye, bu geleneği canlandırmaya davet ediyorum.

Sözlerimi l930 doğumlu olup 70 yaşında iken şiir yazmaya başlayan Muhibbi mahlaslı Davulcu Muhittin Toper’in merhum Çobanoğlu’nun ardından yazdığı bir ağıt ile noktalamak istiyorum:

ÇOBANOĞLU

Kars’ın Kalesinin bir burcu düştü
Nice ciğer yürek kavruldu pişti
Birden kayıp oldu kuş gibi uçtu
Yeller Çobanoğlu dedi ağladı

Duydum Ankara’da yatmışsın hasta
Bütün Türk milleti senün’çün yasta
Mezarın yaparlar o serhat Kars’ta
Eller Çobanoğlu dedi ağladı

Felek kemendini aldı eline
Asla acımadı yiğit haline
Mızrabın da küsmüş sazın teline
Teller Çobanoğlu dedi ağladı

Kurudu dalları Kars güllerinin
Bütün her tarafa yayıldı ünün
MUHİBBİ’de duydu o kara günün
Diller Çobanoğlu dedi ağladı

MİHRALİ BEY

Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilâyetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas Köyü'nde büyümüştür. Babası Memili, dedesi ise Allahverdi'dir. Asil bir aileden olan Memili, Acem kızı ile evlenir. Ondan Mehmet Ali, ikinci hanımından da Mihrali Bey, İsa Bey, Memmedalı ve Ali Bey doğmuştur. İki de kızı vardır: Huri ve Kezban.
Daha, küçük yaşlarda ata binmeye, silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu, etine dolgun, kara yağız ve sevimli biridir. Genç yaşlardaki gözü pekliği, cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir olmuştur.

Mihrali, on yedi yaşındayken babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin uğraşmaların rağmen, Abdullah Ağa'nın Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve Karapapakların inançlarına, adetlerine ters düşen bir usulle kendi mezarlıklarına gömerler.

Civar köylerde bulunan Karapapaklar, Çerkezler, Çeçenler, Lezgiler Darvas Köyü'ne gelip başsağlığı dilerler.
Mihrali, o gece rüyasında babasını görür. Babası hiddetlidir. "Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana! Eğer benim na'şımı bu kafirlerin içinde korsan, hakkım haram olsun." der.

Rüyanın etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırlar. Babasının hayali gözünün önünden hiç gitmez. Kılıcını beline bağlar, hançerlerini kuşağının arasına sokar, yanına kazma kürek alır, dışarı çıkar. Vakit gece yarası olduğu için köy halkı derin uykudadır. Mihrali, doğruca mezarlığa gider.

Kısa boylu olmakla beraber, çevikliği sayesinde bir hamlede yüksek duvardan atlar. Nöbetçilere görünmeden babasının mezarına gelir. Mezarı kazar ve babasını çıkarır. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle babasını omuzlar, koşar adımlarla mezarlıktan ayrılır. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle hareketsiz kalır. Nöbetçiler, na'şı yere bırakmasını söyler. Mihrali bırakır ama, bırakmasıyla beraber, onların üzerine sıçrar. Dövüşmedeki mahareti sayesinde, nöbetçileri öldürür.
Mihrali, babasını tekrar omuzlayıp Müslüman mezarlığına getirir, defneder. Sabaha doğru evine gelir. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlatır. Kaçıp dağa çıkmaya karar verir.

Mihrali, Keçeli Köyü'ne gider. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine misafir olur. Yaptıklarını Ahmet Ağa'ya ve karısına anlatır. Bu arada gönül verdiği Bahar'ı da orada görür.

Mihrali'nin yaptığı işi ertesi gün herkes duyar. Tiflis Valisi'nin emri üzerine köyü ararlar. O'nun Keçeli'ye gittiğini öğrenirler. Keçeli'de Ahmet Ağa'nın evini kuşatırlar. Mihrali, içeride atına biner; mahmuz vurmasıyla şaha kaldırır. İkinci mahmuzla yel gibi ahırdan çıkar. Kapı önündeki iki askeri tepeleyip ve kendini atın karnına saklayıp süratle oradan uzaklaşır. (Mihrali, atıcılıkta olduğu kadar, binicilikte de çok ustadır. At, son sürat koşarken karnından dolaştığı, atın sırtında ayakta durduğu yahut amuda kalktığı, bu haldeyken istediği hedefi vurduğu söylenir.)

Mihrali, gece yarısından sonra evlerine gelir. Annesiyle gizlice konuşup ona veda eder; Darvas'tan uzaklaşır. O geceyi dağda geçirir. Ertesi gün, bir çobana rastlar; yanında karnını doyurur. Emin yer olarak düşündüğü İran'a geçer.
Tiflis valisi, Mihrali'yi ellerinden kaçırdıklarını öğrenince, ileri gelenleri toplar, onlara hakaret eder. kumandanlar, askerleriyle etrafa yayılır, uğradıkları köylerde, Türklere zulmeder. Bu sırada Tavşankuloğlu Hüseyin'le Dalaverli Mansur da dağlarda eşkıyalık yapmaktadırlar. Bütün bunlar Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiştir. Türk eşkıyalarının yakalanması için emir verir. Bunun üzerine aramalara hız verilir.

İzini kaybettirmiş bulunan Mihrali'nin nerede olduğunu, Keçeli Köyü'nden Hacı Veli, Ruslara ihbar eder. Vali de bunu bir mektupla Çar'a bildirir. Mihrali'nin İran'da olduğunu haber alan Çar, Şah'a bir nâme yazarak Mihrali'nin yakalanıp gönderilmesini ister.

İran zaptiyeleri, Mihrali'nin bir handa kaldığını öğrenir ve oraya gider. Durmadan şüphelenen Mihrali, üst kattan askerlerden birinin atına atlayarak oradan uzaklaşır. Tekrar, Rusya topraklarına geçer. Evlerine gider, annesi ve kardeşleriyle görüşür. Ağabeyi İsa, Mihrali'ye, kendilerine baskı yaptıklarını, yalnız başına bir şey yapamayacağını, Dalaverli Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'le birlikte olmasının lâzım geldiğini söyler. (Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı ile öldürmesi üzerine; Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türk'ü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından dolayı dağa çıkmıştır. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler, mal yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşan kulağı yapayım." diyerek, sağından solundan yiyip karnını doyururmuş. Hüseyin'e bu yüzden Tavşankuloğlu lakabı verilmiştir.)

Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber gönderir. Bilahare onlarla buluşur. Birlikte gezmeye başlarlar. Bir Rus öldüren Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katılır. Rusların Türklere yaptıkları zulüm karşısında, Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçarlar. Dördünün şöhreti de günden güne yayılır.

Her gün valiye şikâyetler yağmaya başlar. Durumdan haberdar olan Çar II. Aleksandr, devlet erkânı ile toplantı yapar. Sonuçta, suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını bağışlarlar. Mihrali'yi yakalayanı, rütbe ve para ile taltif edeceklerini halka bildirirler.

Haberi alan Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice anlaşır; Vali'ye giderek teslim olurlar. Teslim olmakla kalmaz, Darvas'a gidip Mihrali'nin ailesine eza-cefa yaparlar. Hatta Mansur, Mihrali'nin ağabeyi Mehmet Ali'yi öldürür. (Bir söylentiye göre de karısını dağa kaldırır.) Bu duyan Mihrali de Mansur'un karısını dağa kaldırıp kurduğu çadıra hapseder. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koyar.

Durumu öğrenen Mansur, Mihrali ile teke tek karşılaşmaya cesaret edemez. Tiflis Valisi'nin yanına çıkıp ondan yardım ister. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verir. Aynı zamanda, T. Hüseyin de Mansur'un kuvvetine yakın bir kuvvet tedarik eder.

Dalaverli Mansur, etraftaki Türk köylerini Mihrali'nin aleyhine kışkırtır. Ailesinin dağa kaldırıldığını da hatırlatarak, başına gelenlerin, ileride kendilerine de yapılabileceğini söyler. Bütün bu gayret sonunda işe yarar. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi kardeşin en büyüğü Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her koldan Mihrali'yi aramaya başlarlar.

Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını evine bırakır. Bu müddet içinde ona hiç dokunmamıştır. Arkadaşlarını toplar, bir müddet dağılmalarını söyler. Kendisinin de Osmanlı topraklarına geçeceğini belirtir. Keleninoğlu Hüseyin'in ısrarları karşısında, kendisiyle beraber gelmesini kabul eder.

Keleninoğlu Hüseyin'in, babasıyla vedalaşmak için köyüne gider. Hüseyin'in köye geldiğini gören bir Türk, Ruslara yaranmak gayesiyle, köydeki Rus askerlerine O'nu ihbar eder. askerler babasını çağırıp Hüseyin'in teslim olması için O'nu ikna etmesini isterler. Aksi takdirde evi ateşe vereceklerini söylerler. Hüseyin, teslim olmaz. Evin üstündeki otluğu ateşe verirler. Hüseyin boğulacak hale gelir. Babası; "Teslim ol!" diye üstüne üstüne gelirken, onu bacağından hafifçe yaralar. Aksi takdirde, onlar babasını öldüreceklerdir. Derhal dışarı çıkar ve iki Rus askerini öldürür. Fakat, başına yediği kurşunla cansız yere düşer.

Keleninoğlu Hüseyin gibi bir yiğitin ölümü, Mihrali'ye çok dokunur. Hayatı boyunca, Onun mertliğinden sitayişle bahsetmiştir. "Hüseyin, üç-beş yüz atlıma bedeldi." demiştir. Daha fazla Rusya'da kalamayacağını anlayan Mihrali, Osmanlı topraklarına girer, Çıldır'a gelir.

Mihrali'nin Osmanlı toprağında olduğunu öğrenen Çar, yakalanıp iade edilmesi için Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz (1861-1876)'e nâme yazar. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardır. padişah durumu sadrazamla görüşür; Mihrali'nin yakalanması için Erzurum valisine haber gönderir.

Birkaç defa sıkıştırılan Mihrali, hepsinden kurtulmayı başarır. Bu arada iki Türk askerini öldürür. Her yerde arandığından tekrar Rusya topraklarına geçer.

Mihrali'nin Rusya'da olduğunu öğrenen Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş dört bir taraftan takibe koyulurlar. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı vardır.

Bu gruplardan Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş olur. Mihrali, atı otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken gayrı ihtiyari geriye bakar. Musa Çavuş'un kendisine doğru geldiğini görünce atına atlar ve kaçar. Fakat, Musa Çavuş yetişir. Mihrali, peşini bırakması için O'na yalvarır; aksi halde öldürmek mecburiyetinde kalacağını söyler. Musa Çavuş, ısrarla üstüne üstüne gider. Bunun üzerine aniden dönen Mihrali, Musa Çavuş'u kılıcıyla yaralar, oradan uzaklaşır. Atlıların bir kısmı Musa Çavuş'un yanında kalır, diğerleri Mihrali'yi kovalar. Mihrali, atına son hızı vererek uçuruma doğru sürer. Bir hamlede karşıya geçer. Arkasından gelenlerin bazıları, hızını alamayıp uçuruma yuvarlanır. Bunu gören diğer atlılar durur. Mihrali: "Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın. Dilerim Musa Çavuş'a bir şey olmamıştır." der ve oradan uzaklaşır.
Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına getirirler. Fakat yolda çok kan kaybettiği için bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz ve ölür.

Mihrali, arada sırada köyüne uğrar, yakınlarıyla görüşür. Aynı zamanda Musa Çavuş'un ölümü üzerine aramalara daha da hız verilir. Garip Ağa, Mihrali'yi bir yerde kıstırır. Düzlükte bir kovalamaca başlar. Bir an gelir ki, ikisinin de atları yan yana koşmaya başlar. Garip Ağa Mihrali'nin teslim olmasını isterse de ikna edemez. Kılıcıyla hamle eder. Mihrali hepsini savuşturur. Ekmeğini yediği bu baba dostuna, el kaldırmak istemez. Fakat onun kendisini öldürmek istemesi üzerine kılıcını çeker, kuvvetli bir hamle ile öyle bir savurur ki, Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparır. Atlılar, takip etmek isterlerse de Garip Ağa müsaade etmez. Atlılar, onu alıp köyüne getirirler. (Bir söylentiye göre de Mihrali bu sırada Garip Ağa'yı öldürmüştür.)

Mihrali, gizlice annesiyle görüşür. Ona, Bahar'ı kaçıracağını söyler. Annesi vazgeçirmeye çalışırsa da başaramaz. Keçeli Köyü'ne gider ve Bahar'ı kaçırır. Artık, yanında bir de kadın olduğu için işleri de zorlaşır. Bu yüzden, Bahar'ı, bazı kereler güvendiği kimselerin yanına bırakır.

Bir ara, takipçilerden Tavşankuloğlu Hüseyin, Mihrali'nin yerini öğrenir, derhal oraya gider. Mihrali yanında Bahar olduğu için pek kaçamaz. Tavşankuloğlu Hüseyin, arkalarından yetişir. Kılıcını vuracağı sırada bunu gören Bahar, korunmak için sağ kolunu kaldırır. Tavşankuloğlu Hüseyin, kılıcını indirir, Bahar'ın sağ elinden üç parmağını keser, Mihrali'yi de başından yaralar. Mihrali can acısıyla geri döner. Tüfeğini ateşlemek isterse de, tüfek ateş almaz. Atını mahmuzlar, Hüseyin'e yetişir. Kılıcını sallar, ama vuramaz. Kılıç atın kuyruğunu keser. Hüseyin'in kaçtığını gören adamları da irkilir ve geri döner.
Mihrali, bir dere kenarına gider. Bahar, Mihrali'nin kanlarını temizler. Tülbendini çıkarıp başını sarar. Yara derin olduğu halde, Mihrali aldırış etmez. Atına biner, Bahar'ı emin bir yere bırakır; oradan ayrılır.

Mihrali, Osmanlı topraklarına geçer. Bir ihbar üzerine yaralı olduğu halde yakalanır. Gözlerini açtığında, kendini elleri ve kolları zincire bağlanmış olarak, Kars hapishanesinde bulur. Burada başkaları da vardır; fakat, sadece kendisi bağlıdır.
Mihrali'nin kendine geldiğini görence, Âşık Ahmet adındaki bir Türk, Yanına yaklaşır, Mihrali'yi konuşturur. onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırır. Mihrali, Aşık Ahmet'ten hapishane hakkında bilgiler alır. Birlikte kaçmaya karar verirler.

Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şey getirmesini söyler. O da, ekmeğin içine eye, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp peyderpey kocasına getirip verir.

Yarası cerahat bağlamış ve çok bitkin bir durumda olan Mihrali, hapishane arkadaşlarının, en zayıf bir yerden tünel açmalarını ister. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice söylendiği şekilde çalışırlar. Tünelin ağzı, maalesef nöbetçilerin bulunduğu yere denk gelir. Mihrali, son taşı çıkarmamalarını, belki bir gün lâzım olacağını söyler.
Bu arada, Mihrali'yi -yaralı olduğundan- sırtta mahkemeye götürürler. Mahkemede idamına karar verirler. Kararla ilgili evrak, önce Erzurum'daki Temyiz Divanı'na, sonra İstanbul Temyiz Mahkemesi'ne tasdike gönderilir; padişahın imzasına sunulur.

Mihrali ise zindana döndüğünde, durumdan arkadaşlarını haberdar eder. kaçacağını, isteyenin de kendisi ile birlikte gelebileceğini söyler. Bir gece yarısı Âşık Ahmet'le birlikte mahkumları ayaklandırır. Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada kendisini duvara bağlayan zincirleri keser. Âşık Ahmet'le önceden kazılmış tünele girer. Son taşı kaldırırlar. Mihrali, daracık delikten güçlükle çıkarken, nöbetçi görür. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü bacağına saplar. Mihrali, süngüyü kavrar. Nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü Mihrali'nin bacağında kalır. Mihrali, ani bir hareketle süngüyü çıkarır ve gayet ustalıkla fırlatır. Süngü, nöbetçinin gırtlağından girer; nöbetçi yere cansız düşer. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaz ve zindana döner.

Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girer. Tavlada, atlar için hazırlanmış otluğun içine kendini bırakır. Orada iki gece üç gündüz kalır.

Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayılır; Mihrali'nin olmadığı görülür. Hemen, dört bir yana atlılar çıkarılır. Bütün aramalara rağmen, atlılar elleri boş dönerler.

Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelir. Ayakları hala zincirle bağlı olduğu için onları eye ile kesmek ister; zincirin kalınlığı, eyenin küçüklüğü dolayısıyla kesemez. Bu halde, ata binemeyeceği için başka çareler arar. Sonunda topuğunu kesip demir bilezikleri çıkarmaya karar verir. Topuğunu kesmesiyle müthiş bir acı duyar, fakat buna katlanır. Gömleğinden bir parça yırtar, topuğuna sarar. Başından, dizinden ve topuğundan yaralı olan Mihrali, bu yönüyle azim, sabır ve cesaret timsali gibidir. Ellerindeki bilezikleri ise kesmez. Zira, kafi miktarda yarası vardır. biraz otla sarındıktan sonra, bir delikten kendisini aşağıya bırakır. Otların üzerine düştüğünden ses çıkmaz ve canı fazla acımaz. İçeride, sıra sıra atların olduğunu görür. Gözüne iyi bir at kestirir. Sonra başka bir atın sırtından ter keçesini çıkarır, bineceği atın ayaklarına bağlar. Zira, zemin taş olduğu için ses çıkarabileceğini düşünür. Havanın sıcaklığı dolayısıyla çift kapının açık olmasından da istifade ederek, atına atlar ve son sürat oradan uzaklaşır. Gece yarısı Maraşlı'ya gelir.

Mihrali, Maraşlı'da ilk rastladığı evin kapısını vurur. Bu ev, daha önce öldürdüğü Musa Çavuş'un babasının evidir. Mihrali'yi içeri alıp yatırırlar. Mihrali olup bitenleri anlatır. Adam Mihrali'ye ses çıkarmaz. Üstelik su ısıttırır ve bir tekne içinde onu yıkar, yaralarını temizler, merhem çalar. Süt içirttikten sonra, istirahatını temin eder. çocuklarını başına toplar. Evlerinde Mihrali'nin olduğunu, böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini söyleyerek onları ikna eder. bu arada Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için çocuklarına bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyler. Sabahleyin altı oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına gider; kendilerini tanıtır. Mihrali irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle bizim oğlumuz sayılırsın." der. Mihrali'ye bir ay bakarlar. Gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un kılıcını verirler. Adam, altı oğlunu Mihrali'nin yanına katar ve uğurlar.

Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlak verir. Osmanlılar hem kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşır. Doğuda Rus ordusunun başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa vardır.

Mihrali, atlılarını yanına alır, 120 kişilik çetesiyle Ruslara yapmadıklarını bırakmaz. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini anlayınca, "Orduya hizmet" şartıyla bağışlar. Mihrali ise, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek affedilirse, Osmanlılar safında mücadele vereceğini bildirir. Mihrali'nun bu teklifi kabul edilir.

Beri taraftan, Dalaverli Mansur (muhtemelen albay) ve Tavşankuloğlu Hüseyin (muhtemelen binbaşı) üst rütbelerdedirler. Maalesef Karapapak olmalarına rağmen Osmanlılara karşı savaşırlar*.

Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a gelir. Yanına kardeşi Ali Bey'i de almıştır. Kendisine binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık rütbesi verilir.

Bir gün, T. Hüseyin'den bir mektup alır. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını, isterse emrine girebileceğini yazmaktadır. Mihrali, kabul eder. böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya iltica eder. O'na da binbaşılık rütbesi verilir.
93 Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, muharebe iyice kızışır. Mihrali, Kars'ın Göle cihetinde, kendinden en az on misli fazla bir kuvvetle karşılaşır. Mihrali, tüfek ve kılıçla taarruz emrini verir. Saldırı anında, Mihrali'nin atı, göğsünden bir kurşun alır, yere kapaklanır. Mihrali, üç-dört metre ileriye düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalkar. Aynı anda tüfeğini ateşleyerek atını vuran askeri, alnından vurur. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla bertaraf ettikten sonra onun atına atlar, düşman saflarına dalar. Askerler bir müddet sonra kaçmaya başlar. Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı tepeleyip on dört bakkaliye arabasını alır ve Kars Kalesi'ne döner. Kaleyi dıştan kuşatan askerlerin de çemberini yararak kaleye girer. Haftalardır, aç, susuz kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram eder.

Haberi alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi tebrik ve taltif eder. Fakat bu kuru erzak, askere kafi gelmez. Aylardır ete hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştür. Hatta bu yüzden, Ahmet Muhtar Paşa, geri çekilme kararındadır. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanına gider, kararından vazgeçmesini söyler.
Güvendiği adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri dalar. Haradan, yüz elli kadar kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet Muhtar Paşa'ya getirir. Paşa'nın sevinçten gözleri yaşarır. Sonuçta, Kars, muhasaradan kurtulur.

Ahmet Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne gönderir. Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı Köyü'nde bir alay düşman süvarisini kaçırır. Karşısına başka bir alay çıkar. Zekası sayesinde bunları da alt eder: Kendisi güya kaçıyormuş gibi yapar. On misli düşman da kovalamaya başlar. Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş ederek iki bölüğü dağıtır. Mihrali de aniden dönerek bunlara destek olur. Planın ustalığı sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla cesedi ile düşmanı bozguna uğratır.

Paşa'nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali, bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Ağbulak ve Parmaksızköprü'deki askeri mevkilere ait telgraf tellerini kesmeye memur edilir. Mihrali, 130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını vurur, telgraf tellerini keser, müfrezeleri tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale getirir. Düşmanın yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve sekiz yaralı ile döner.

Ahmet Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını payitahta bildirmesi sonucu, Mihrali'ye II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından ilk Mecidiye Nişanı verilir.

Mihrali, daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girer. Köyü Darvas'a gelir. Akrabasını ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya göç eder. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı Bahar, kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardır. Mihrali; "Belki ses çıkarır." diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bırakır. Bahar Hanım, ağlar. Görümcesi Huri Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirir, çalının dibinden Rüştü'yü alır, kafile sınırı geçmekte iken onlara yetişir.

Mihrali, daha sonra Erzurum Müdafaası'nda yer alır. Aziziye baskınından sonra, düşman, dört alayla Erzurum'u batıdan çevirmek ister. Muhtar Paşa, bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderir. Mihrali, bu cenkte ağır yara alır. 12 Kanunuevvel 1877'de (12 Aralık 1877) A. Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılır. O'nun gitmesi üzerine Mihrali de artık orada kalamaz. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattırır. Kendisi İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol alır.

Mihrali, Sıvas'ta Ulaş Bucağı'na bağlı bugünkü Acıyurt Köyü toprağına gelir. Karapapaklar da çevrede kendilerine yer bulurlar. Mihrali Bey, bugünkü Konak (Acıyurt'un mezrası)'ta mesken tutar. Acıyurt, halk ağzında; "Büyük Köy, Papaklı Köyü, Mihrali Bey'in Köyü" gibi adlarla anılır. Tavşankuloğlu Hüseyin, Kuşkayası Köyü'ne yerleşir. Bugün Kangal, Uzunyayla civarında 30-40 pare Karapapak köyü vardır. Buralara yerleşmekte, devlet onlara herhangi bir güçlük çıkartmamıştır. Zira, II. Abdülhamit, Mihrali ve ahfadının dilediği yerde yerleşmesini serbest bırakmıştır. Mihrali, Sıvas'ta 40. Hamidiye Süvari Alayı'nı kurar.

Göçten on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa*, Mihrali Bey'in yanına geldi. Bağdat'ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar aleyhine kışkırttığını söyler. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplar, Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gider. Bağdat Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?), bunlara izzet ikramda bulunur. Mihrali, eşkıyaya teslim olması için haber gönderir. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref sözü alarak teslim olur. Mihrali Sultan Abdülhamit'e eşkıyanın teslim olduğunu ve bağışlanmasını bildirir ve bağışlanır. Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap atları hediye ederler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa ile geri döner.

Bu olaydan sonra Mihrali'nin ünü daha da yayılır.

Bir gün, beyler ve ağalar Kangal'da sohbet ederken, Kangal Kaymakamı içeri girer. Herkes ayağa kalkar, Mihrali kalkmaz. Kaymakam, hiddetlenir. Mihrali de gazaba gelip, kaymakamı döver. "Sen kim oluyorsun da bana ayağa kalk diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..." der . Kaymakam bu olayı vali Reşit Paşa'ya anlatır. "Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı." der. Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e bildirir. Sultan da; "Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye haber gönderir.

Mihrali ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha sebep olmuştur: Bir at yarışında, Mihrali'nin Karakütük adlı atı da vardır.* Yalnız bu atın bir özelliği vardır; silah atılmadan, silah sesi duymadan iyi koşamaz. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını istemez. İki taraf da anlaşır. Yarış başlar. Karakütük hep geride kalır. Kuşkayası Köyü'nden Karapapak Çopur Ali, buna tahammül edemez. "Mihrali'nin atı olsun da geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını ateşler. Sonuçta Karakütük birinci olur. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak telakki eder.

Bu sıralarda, Yemen İsyanı baş gösterir. Bilhassa İngilizlerin teşvikiyle Osmanlılara sık sık isyan bayrağı açan Araplar, gün geçtikçe işi azıtırlar. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit Paşa; "Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e haber gönderir. Niyeti, Mihrali belasından (!) kurtulmaktır. Padişahtan gelen haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her şeyde serbest bıraktım." şeklindedir. Durum Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine yediremeyip atlısını toplayarak yola çıkar. Adana'da büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşılar. "Oralar sıcaktır, sıcağına dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalışırlar. Mihrali, geri dönmeyi gururuna yediremez. Yola çıkar ve bir zaman sonra Yemen'e varır. Yanındaki kardeşi bu sırada yüzbaşıdır.

Kimsenin baş edemediği ve bir zamanlar eşkıya iken sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler yapan bu destan kahramanı Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamaz, hastalanır ve orada ölür (1906). Atlılarından çoğu da telef olur. Ancak, üç-beş kişi geriye döner. Bunlardan bazıları Acıyurt Köyü'nden Yüzbaşı Ahmet, Yetim İsmail, Mahmut Çavuş; Kurdoğlu Köyü'nden Gökçe Çavuş, Kuşkayası Köyü'nden T. Hüseyin'dir. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise Yemen dönüşü gemide öldürülmüştür. Bir söylentiye göre, Sıvas'taki Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştür. Mihrali Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de vefat etmiştir.

Kaynak : Âşık SADIK