Şöregel Türküleri
Şöregel türküleri yöremizin yaygın bilinen türküleridir. Genelde bu adla
anılırlar. Çünkü geçmişe dayanan uzun bir kültür birikimini kendi topraklarında
barındıran Şöregel, bugünkü adıyla Arpaçay, genelde kuzeydoğu şehir ve
kasabalırın uğradığı azizliğe uğramış. Bu nedenle tüm türküleri başka
şehirlerin
üstüne yazılmıştır. Bu şehirlerin başında Erzurum geliyor.
Erzurum diyorum çünkü, Türküler tarihende Erzurum’un önemli bir yeri vardır.
Bunu şöyle anlatmak mümkündür.
Anadolu topraklarında merkezi kentler vardır. Bu kentlerde kültürel yönden, bazı
gelişmeler yaşanmıştır. Örek; Urfa sira geceleri , Konya oturakları, Van Abdal
meclisi, Ankara yaren meclisleri gibi, türkülerin okunduğu eğlence nitelikli
söylevlerin içinde geniş bir yelpaze olarak yörelerin tüm türküleri alınmıştır.
Erzurum da bulunan Beyler Meclisi, tüm yöre aşıklarının uğrak yeri olmuştur.
Dahası, para kazanmak amacıyla bu şehirlere gelen ve bu meclislerde bulunan
aşık, ozan, türkücü, sanatçı kültürel birikimini buralarda bırkaıp gitmiştir.
Yıllar sonra derlemeler yapılınca bu şehirlerin türkü söyleme geleneğinden sürüp
gelen türküler az ya da çok değişime uğrayarak bu şehirlerde derlenmiştir.
Yöremizde söylenen binlerce türkünün içinde Erzurum adı geçer. Aynı zamanda,
türkülerde ŞÖREGEL adı da geçer. Her yörenin adı yörenin türküsüne yanısımıştır.
Bu böyle biline.
Bu kırk yıllık esaret devresini anlatan birkaç türkünün yada ağıtın adlarını
yazarak, konumuz olan kırmızıgül ağıtına geçelim.
1.Eledim eledim höllük eledim
2.Göç göç oldu göçler yola dizildi
3.Başına döndüğüm kurban olduğum
4.Şölegelin alt yokuşu
5.Kırmızı gül
6.İnce çayır biçimedim (Seringül Ağıdı)
7.Dağlar başı duman olur kar olur
8.Al kanlar içinde yatan meleğim
9.İnce ince yağmur yağar (Şöregel Dağına)
10.Göçer oldum Şöregel’in dağından
Şimdi on tane türkünün ya da ağıtın sadece adlarını yazarak, kırmızıgül ağıdına
gelelim.
Ağıt dediğimiz ezgiler, çocuklar adına gündeme gelince nenni söyleviyle iç içe
gelir. Kırmızıgül türkü değil ağıttır. Çocuk ağıdı olduğu içinde nennili
bir
içerik taşıyor.
Dilden dile yayılan böylesi içli anlatımlar ya da ezgiler, yöresel bir değişime
uğrar. Sanırım bu ağıtta böylesi bir değişime uğramış. Celaloğlan adlı
ozanın
defterinde yar alan bu ağıtların içinde üç tanesinin sözlerini aşağıya aldım.
Bunların içinde, Kırmızıgül adlı ağıtın yakılış nedeni olan hikayeden
az da olsa
söz edeceğim.
Gelelim adı geçen türkünün hikayesine:
Yeri halkı Ruslar tarafından zorla göçe etmeye mecbur bırıkılınca, türküler de
yeniden gelip gündeme oturmuş. Bu türkülerin içinde bir tanesini yazacağım.
Ben küçükken çok söylediğim türkülerden biri olan
Şörgel'in alt Yokuşu
Şöregel’in alt yokuşu
Oraya giden değilem
Başın götün sallama
Kız seni alan değilim
Şöregel de bir kuyu var
Suyunu içen değilem
Düşman yurda geldi diye
Önünden kaçan değilim
Aklımda bu kadarı kalmış.
İkincisi ise Kırmızı gül ağıtıydı.
Yöre işgal altında, Ruslar yöre halkını göçe zorluyor. Halk, göçmekten ziyade
küçük küçük çeteler oluşturarak, Rus askerleriyle savaşıyordu. Küçük çatışmalar
tez zamanda dağılıp perişan ediliyordu. Çete içinde görev alanlar, tesbit
edildiği zaman ya sürgün ya da, ölüm gibi cezalara karşı karşıyaydı.
İşte GÜL adıyla türkülere konu olan kızın babası da böylesi bir çeteye katılır.
Bir çatışma sonucu çete dağılır ve çete içinde görev alanlar yöreden kaçmaya
başlarlar.
Baba bir yolunu bularak eve yetişir. Altı aylık kızını ve karısını alarak batıya
doğru kaçmaya başlar. Amaç, yörede göçen göçlere yetişip izini kaybetmektir.
Altı aylık kızını sırtına bağlayan baba ve azık torbasını elinde tutan
ana,
gecenin karanlığından faydalanarak kaçmaya başlarlar. İstenilen hedefe bir an
önce ulaşmak için, dur durak demeden kaçarlar.
Gecenin ayazına ve uzun yolun şidetine dayanamayan çocuk babasının sırtında
ölür. Karı koca bunun farkına varırlar. Kaybedecek zamanları yok. Hemen oracıkta
elleriyle toprağı eşerler ve Gül adlı kızlarını oraya gömüp , yeniden kaçmaya
başlarlar. Yöreden ayrılan göç katarlarına ulaşana kadar soluksuz kaçarlar.
Aana yüreği doludur. Göçlerin içinde boşalır.
Yörden çekilen göçler ilk durak olarak Erzurum’a yetişir. Erzurum’da konaklayan
göçlerin içinde bu ananın Gül adlı kızının hikayesi dilden dile yayılır.
Arkasından bu ağıt gelir.
Not: Bu göçleri anlatan üç ağıdı yazının sonuna aldım. Bu ağıtlar celaloğlan
adlı ozanın defterinde böylece yazılıydı.
Türküler içinde geçen özel adları lütfen değiytirmeyin. Şahmaran’ı Şahı merdan,
Şöregeli Şolrevan yapmayın. O zaman yanlışlar doğru yerine geçince, türküleri
anlamak zor oluyor.
Sefil baykuş ne yatarsın bu yerde
Yok mudur vatanın illerin hani
Hani ya! Bülbül gibi şakıyan; aşkı gözlerden okuyan dillerin hani?.. Hey gidi onbeş yaşın
Suna'sı hey ! . Toprağa girecek yaş mı bu ! ..
Varıp türküye sorsan "Ey türkü nedir bu Sefil Başkuş öyküsü... neyin nesi bu Suna kız". Türkü dillenir.
Öyküler meseleyi.
Recep derler bir genç vardı, Kars'ın Kağızman'ında Recep'in babası Ağa Dede adlı bir
rençberdi. Oğlunun okuma-yazma yaşına gelince, Hafız Lütfi Efendi'ye yolladı onu. Eskiden nerde şimdiki
okullar. Varsa yoksa rrıedreseler. İşte Recep'te gözlerini Hafız Lütfi Efendi'nin medresesinde açtı
çevreye.. Sesi güzel olduğu için de hocası onu çok seviyordu. Recep oniki yaşına gelince, medresede ders
vermeye başladı. İyi, hoş ama, Yaşının da ergenliğe geçiş dönemi: Öğrenciler
arasında kızlar da var. Hele bunlar arasında emmisinin kızı Suna var ki, bir içim su.. Suna da onun
yaşlannda, çocuk daha. Ama, Recep'in ilgisini anlıyor. İçten içten de boş değil Recep'e. Recep derseniz
günden güne tutuluyor Suna'ya. Uykuları kaçar oluyor, rahat, huzur hak getire. Medreseyi terkedip, dağlara düşüyor.
Elinde sazı, çalıp; söylüyor. Yaktığı türküler de hep Suna'nın üstüne. derken, mesele Recep'in
babasının kulağına gidiyor. Babası olgun adam..Varıp Sunâ nın babasına açıyor
konuyu. "Valla kardeş durum böyleyken böyle bizim oğlan deli divana. Dağlara düştü. Suna der de başka
birşey demez.... Allah kısmet etmişse, baş-göz edelim çocuklan. Elin akıllısından, bizim
delimiz iyidir" diyor.
Suna'nın babası dinliyor kardeşini. Sonra da: "İyi ya kardaşım. Anşa evdeyken, Suna'yı
nasıl veririm. Elalem ne der. Büyüğü dururken, küçüğünü verdi. Törelere karşı geldi demezler mi?
Suna olacağına, Anşa olsun" der. Recep'in babası ilkin hık-mık eder, sonra da: "Gençtir. Çabuk
unutur. EI kızı geleceğine, Anşa olsun" der. Eee devir eski devir, töreler baskırı. Emmioğlu,
emmikızıyla evlenecek. Onunda ilkin büyüğü gelin olacak. Kim ne der. Haber Recep'in kulağına gelince,
vurulmuşa döner... Ama, ağzını açıp da babasının kararına karşı gelmek ne
haddine, boynunu büküp oturur. Suna derseniz, olanlardan habersiz. Ona kalsa, ömür boyu bekleyecek Recep'i. "Anşa evlenir
giderse sıra bana gelir. Bende Recep'e vannm" hesap ediyor Suna. Ama, iş açığa çıkıp durumu
öğrenince iki göıü, iki çeşme Suna'nın. Ağlamak için kenar köşe anyor. Sonra da iki elinin arasına
alıyor başını. Haykıra haykıra ağlıyor. Başka da birşey gelmiyor elinden.
"Hayır Recep beni istiyor, ben de Recep'i" dese, kim dinler. Üstelik elaleme rezil olur. Babasının anasının
da yüzüne bakamaz. Boynunu büküp bekliyor.
Uzun sözün kısası, Recep'le Anşa'nın düğünü yapılıyor. Başgöz olup çekiliyorlar evlerine.
Ama, nerde Suna; nerde Anşa. Recep'in gönlü illaki Suna diyor. Kimseye belli etmek istemiyor. İçini türkülerle döküyor,
dertli dertli çalıp, türküler yakıyor Suna'ya. Gece gündüz demeyip, dağ-bayır; ova yayla dolaşıp
duruyor. Medreseyi de, hafızlığı da bırakıyor... Bir tek "Hıfzı" takma adı kalıyor
hafızlığından. Türküleri de dilden dile dolaşmaya başlıyor. Duyan duymayana; bilen bilmeyene
söylüyor.~Kağızman'lı Hıfzı'nın türkülerini.
Suna derseniz içine kapanık. Arada bir ablasına gittiğinde görüyor Hıfzı'yı. O kadar!.. Onda
da dertlenip dönüyor eve. İçine atıyor hep. Hıfzı, Suna'yı alsa kaçsa; töreler! hlâki babasının,
emmisinin şerefi. Bakıyor oluru yok, Sunâ sız yaşamak zor, çareyi gurbette anyor. "Alır başımı
giderim. Olaki unuturum. Gözden ırak olan, gönülden de olurmuş" diye teselliyi gurbette aramaya çıkıyor.
Babasına da geçimi sebep gösteriyor. "Baba bu geçimle iki ay baş edemez. Ben Anşa'yı alıp gurbete
gidiyorum. Üç-beş kuruş biriktirir döneriz" diyor. Babasr karşı koymak istiyorsa da Hıfzı kararlı.
Çok geçmeden de yükünü sırtlayıp, yollara düşüyor. Şura senin, bura benim. Vara vara Çukurova'ya varıyorlar.
Toprağı bereketlidir Çukurova'nın diye duymuştur. Gidip bir çiftliğe yerleşiyorlar. Ufak tefek
işlerine bakıyorlar çiftliğin. Kendisi at arabasını süriiyor. Tarlaya gidip geliyor. Ekim dikimle
uğraşıyor. Anşa da, çiftlikte yemek yapıyor, ortalığı temizliyor. İnek sağıyor.
Geçinip gidiyorlar. İyi. Hoş. Ama, Suna aklından çıkmıyor Hıfzı'nın. Unuturum diye
çıktığı gurbet, daha çok yakıyor içini. Rüyalanna giriyor Suna. Derdini bir tek kavalına anlatıyor.
Anşa hiç birşey anlamıyor. Ağzını açıp iki çift laf etmiyor zaten Hıfzı'yla.
İki yabancı gibiler evde. Bunlar böyleyken, acaba Suna ne yapar? Suna ne durumdadır? Haberi Suna'dan verek.
Hıfzı Kağızman'dan çıkıp gurbet yoluna düşünce, Suna'nın içini de kurt kemirmeye başladı.
Eriyip akmaya başladı Suna. Yanaklarındaki onbeş yaşın pembeliği, yerini, limon rengine
bıraktı yavaş yavaş. Sararıp soldu Suna. İlaçtı yatırdı boş!. . Kimse çare
olamadı Suna'nın derdine. Bir de şu var; yaşlılardan bazısı ancak evlenirse iyileşir
bu, diyor. İsteyeni de çok Suna'nın. Babası uygun birini kestirip, işini bitirdi. Kimse de Sunâ ya bir
şey sormadı. Bir yandan, sırtı kesiliyor, düğün hazırlığı yapılıyor;
öteki yandan derdine çare aranıyor Suna'nın. Küt küt öksürüyor, soğuk soğuk terliyor Suna. Kimsenin olmadığı
yerlere çekilip için için de ağlıyor. O kadar. Bir tek rüyalarda teselli buluyor. Rüyalarında Hıfzı'yı
görüyor hep. Kuş olup uçuyor Hıfzı. Gelip evin bahçesine konuyor. Sonra kocaman kanatlarnı vurup iniyor
aşağı kaptığı gibi havala.ra uçuyor Suna'yı. Suna da kollarını kanat gibi çarpıyor.
O da Hıfzı'yla uçuyor. Dağları ovaları geçip, gözden kayboluyorlar. Sonra ılık bir ter
basıyor yeniden. Açıyor gözlerini ağlıyor ağlıyor.
Uzun sözün kısası; ince hastalık yakıp kavuruyor Suna'yı.. Gün güne de eriyip akıyor. Bir deri,
bir kemik kalıyor... Öte yandan düğün günü de gelip çatıyor... Bir yanda saz söz; bir yanda davul zurna. Yeniyor
içiliyor. Buz gibi şerbetler dağıtılıyor... Gelinlik elbisesi de çok yakışıyor Suna'ya.
Düğünün ikinci gecesinde Suna yataklarda.. Bakıyorlar olacak gibi değil, erteliyorlar düğünü. Suna'nın
son yatağa düşüşü oluyor bu. Bir daha çıkamıyor yataktan. Hıfzı'nın adını
sayıklaya sayıklaya, son nefesini veriyor. Evin şenliği, yasa dönüyor. Gelinlik elbiseleriyle koyuyorlar
mezara Suna'yı. Başına da "Murad almamış gelin" diye yazıyorlar.
Suna'nın son nefesini verdiği gece, Hıfzı sabaha kadar uyuyamıyor. Kan ter içinde dönüp duruyor yatağında.
Gözlerinde Suna'nın hayali. "tez gel" diye yalvanyor. Gözlerini kapasa, rüyasında Suna. Sabahı iple çekiyor
Hıfzı. Sabahın erkeninde kalkıp, Anşa'ya: "Tez hazırlan memlekete döneceğiz. Zaten gurbetin
hayrı yok. Elimiz görüyor, cebimiz görmüyor. Hasretlik de cabası". Varıp çiftlik sahibine anlatıyor durumu.
Tez elden yola çıkıyorlar. Şura senin; bura benim. Günlerce yol tepip, ulaşıyorlar Kağızman'a.
Tez varıp Suna'yı soruyor Hıfzı. Ağlayarak durumu anlatıyorlar... Olduğu yere yıkılıyor
Hıfzı. Başı ellerinin arasında, saatlerce ağlıyor. Sonra sazını alıp, Suna'nın
mezanna gidiyor. Mezar taşına bir baykuş konmuş, figan etmektedir. Bir kenara da Hıfzı çekilir....
Vurur sazın tellerine.
Sefil başkuş ne gezersin bu yerde
Yok mudur vatanın illerin hani
Küsmüş müsün selamımı almazsın
Şeyda bülbül gibi dillerin hani
Ecel tuzağını açamaz mısın
Açıp da içinden kaçamaz mısın
Azat eyleseler uçamaz mısın
Kırık mı kanadın kolların hani
Aç mısın, yok mudur ekmeğin aşın
Odan ne karanlık, yok mu ataşın
Hanidir güveyin, hani yoldaşın
Hani kapın bacan, yolların hani
Kara yerde mor menevşe biter mi
Yaz baharda ishak kuşu öter mi
Bahçede alışan, çölde yatar mı
Uyan garip bülbül güllerin hani
Burda yorgan döşek, yastık var mıdır
Bu geniş dünyada yerin dar mıdır
Dalın tahta duvar, önün yar mıdır
Yeşil başlı Suna'm güllerin hani
Körpe maral idin dağlanmızda
Dolanırdın solu sağlanmızda
Taze fıdan idin bağlanmızda
Felek mi budadı dalların hani
Düğününde acı şerbet içildi
Gelinlik esvabın dar mı biçildi
İlikle düğmele göğsün açıldı
N'oldu kemer-beste belleri hani
Alışmış kaşların var mı karası
Ala idi gözlerinin binası
Kocaldın mı onbeş yaşın Suna'sı
Yok mudur takatin, hallerin hani
Aç kapıyı emmim kızı gireyim
Hasta mısın halin sual edeyim
Susuz değil misin bir su vereyim
Çaylarda çalkanan seslerin hani
Yatarsm gaflette gamsız kaygusuz
Ninni balam ninni kalma uykusuz
Hem garip hem çıplak, hem aç hem susuz
Felek fukarası malların hani
Her gelip geçtikçe selam vereyim
Nişangah taşına yüzler süreyim
Kaldır nikabını yüzün göreyim
Ne çok sararmışsın alların hani
Civan da canına böyle kıyar mı
Hasta başın taş yastığa koyar mı
Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
A1 giy allı, balam şalların hani
Daha seyrangaha çıkarmaz mısın
Çıkıp da dağlara bakamaz mısın
Kaldırsam ayağa, kalkamaz mısın
Ver bana tutayım ellerin hani
Bir kuzu koyundan, ayrı ki durdu
Yemez mi dağların kuşiyle kurdu
Katardan ayrıldın, şahin mi vurdu
Turnam, teleklerin tellerin hani
Sen de Hıfzı gibi tezden uyandın
Uyandın da taş yastığa dayandın
Aslı hanım gibi kavruldun yandım
Yeller mi savurdu, küllerin hani
Hıfzı sorar da Suna durur mu? Suna'nın cevabını da şöyle dillendirir halkımız:
Emmioğlu küsmemişim ben senden
Ölüm lal eyledi, dillerim yoktur
Eğdi kametimi, büktü belimi
Kalkamam ayağa hallerim yoktur
Haber edin kuşlar çeksin yasımı
Yuva yapsın püskülümü gesimi
Koymadılar doldurayım tasımı
Havuzdan ayrıldım, sellerim yoktur
Bende Hıfzı gibi tezden uyandım
Uyandım da taş yastığa dayandım
Aslı Hanım gibi, kavruldum yandım
Sam yeli savurdu, küllerim yoktur
"Notalarıyla Türkülerimiz ve Hikayeleri" isimli kitaptan alınmıştır.
Dede Korkut Oğuznameleri’nde iki Başkent vardır.Biri düne kadar Kars’a bağlı olan Iğdır’da
ki “Karakale”, diğeri ise Kağızmanda ki “Ağcakale”dir.
Oğuzların bilge kişisi,ozanı,kopuz mucidi,akıldar insanı Dede Korkut’tur.Oğuzname’nin
birinde baş kahramanlardan Kazan Han:
“Sürmeli de Ağcakale de at oynattum”
demektedir. Oğuzların kışlağı ve yaylağı Kars olduğuna göre halk ozanlığının
başlangıcı da Dede Korkut ile Kars’ta başlamış bulunmaktadır.
9 ile 11 nci asırdan bu yana bu gelenek “halk ozanı, halk şairi, halk aşığı gibi
adlarla günümüze taşına gelmiştir.
Kars Eli, DedeKorkut’tan başlayarak Çobanoğlu’na varıncaya dek bu zaman içerisinde çok güçlü aşıklar
yetiştirmiştir. Sanatı güçlü, kudretli olanların başında Tüccari, İkrami, Zihni, Şenlik,
Ceyhuni, Bahri, Kahraman, İrfani, Müdami, Kasapoğlu, Hıfzı, Cemal Hoca, Nihani, Karahanlı gibi isimleri
sayabiliriz.
Kars aşıklık geleneğindeki makamlarımızı ustalardan alan çıraklar, yazdıkları
şiirlerinde ezgi olarak kullana geldiklerinden makam üretemez olmuşlardır.Hep aynı makam,hep aynı
ağız, aynı tel ile çalıp söylemişlerdir.Kars aşıklık geleneğimiz bundan ötürü
1960 sonrası makam kısırlığı yaşamıştır.
Murat Çobanoğlu’nun bu yıllardan başlayarak açtığı “Çobanoğlu Gazinosu”
Azerbaycan’da olduğu gibi Kars’ta bir “Aşıklar Okulu” işlevini üstlenmiştir.
Bu mekana gelen aşıklık adayları burada sazı,sözü,türküyü kavramış,şiir türlerini
öğrenmiş,aşıklığa başlamıştırlar. Kars, işbu mekanı açtığı
için merhum Murat Çobanoğlu’na minnettardır.
Günümüz Kars aşıklık geleneğine baktığımızda ister makam olsun,ister şiir hususunda
olsun Tüccari, Zihni, Şenlik döneminin çok çok gerilerindedir.Ama yakın bir tarihte yitirdiğimiz merhum Murat
Karahanlı’nın sanat kudreti geleneğimiz için bir ışıltıdır.
Şiir sanatının bir duygu işi olduğunu bilmeyen yoktur. Fakat aynı zamanda şiir sanatının
bir bilgi işi olduğunu da belirtmek gerek. Duygu ile bilgi birleşmelidir. Şiirde üç dört önemli unsur
vardır. İmge, imaj, estetik, konu gibi. Bunlar olmayınca şiir şiirlikten çıkar ve yan yana yazılmış,
hece ölçüsüne oturtulmuş mısralar birbirine bağlanmış, işe yaramaz kelime yığınları
çıkar ortaya. Sonra sen dön bu yığınlar içerisinde berceste bir mısra, berceste bir şiir, bir
şah eser ara ki bulabilesin..
Bu noktaya gelmişken örnek olarak hemen merhum Çobanoğlu’nun iki mısrasını örnek verelim. “Sor”
redifleriyle biten bu şiirin ilk iki mısrası şöyle:
“İnsan dedikleri duvara benzer
Hele sıvakları dökülsün de gör”
Sonucu nereye bağlanırsa bağlansın,böyle bir benzetme olabilir mi? Olamaz, çünkü insanoğlu yaratılmışların
en güzeli,en şereflisi olarak,kainatın aynası olarak yaratılmıştır. Bakın Daimi ne
diyor:
“Kainatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım”
Duvar taştır, kerpiçtir, betondur. Güzelliği bu kadardır.Oysa insanın benzetileceği o kadar
yeryüzü harikası var ki sorma gitsin.Böyle mısralarla hangi imajı yakalayabiliriz. Hangi estetiğe ulaşabiliriz
ki?
Gerek Kültür Bakanlığı olsun,gerek Konya ve Kars Aşıklar Bayramı olsun, gerek çeşitli şiir
yarışmaları olsun aşıklarımıza madalyalar yağdıra yağdıra kilolarını
ağırlaştırdı, sanatlarını hafiflettiler. Nasıl mı? Geçtiğimiz yıllarda
Kültür Bakanlığı bünyesinde “Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk” konulu bir yarışma açıldı.
Şiir yarışması. Bu kelimeleri alan aşığımız:
“Cumhuriyet, Demokrasi, Atatürk”
kelimelerini on birli ayak yapıp üstüne bir dolgu döşemesiyle şiirlerini yazarak yarışmaya katılıp
birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar aldılar. Bu aşıklar ne yazdıysa Kültür Bakanlığı
onları ödüllendirdi. İş böyleyken aşık niye kendini zorlasın ki niye şiirin inceliği
için uğraşı versin ki?...
Burada Hıfzı’nın bir dörtlüğüne göz atalım:
“Canan da canına böyle kıyar mı
Hasta başın taş yastığa koyar mı
Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
Al gey allı balam alların hani
Dörtlükte anlatılmak istenilen birinci dize de “ölüm”, ikinci dize de “mezar”, üçüncü dize de
“kefen”, dördüncü dize de ise “yaşam”dır. Ama bunların ismi geçmeden anlatılmıştır.
Sanat bu işte, estetik bu...
Merhum Murat Çobanoğlu’nun Aşıklar Kahvesi’nde çok ozan çalmış,söylemiş,bir çok
ozan yetişmiştir.Makam ve şiir tekrarıyla hatta taklitleriyle yetişen bu ozanlar ne yazık ki
üretken olamamıştır. Kars’ı, Erzurum’u geçtikten sonra bir Davut Sulari,bir İsmail Daimi,bir
Muhlis Akarsu, bir Mahzuni çıkar karşımıza. Hem söz ustasıdır bunlar hem makam ustası.Maalesef
bu Kars’ta yok. Günümüz Karslı aşıklarımızın telinden dökülüpte popüler olmuş türkümüz
bir elin parmak sayısını geçmez.
Kars Aşıklık Geleneği’nin benzeri ürünlerini yinelemekle bu geleneğe canlılık kazandırmak
zor olsa gerek.Bu iş ancak özgün ürünlerle soluk bulabilir.
Nasıl mı özgün olacağız? Okuyarak,öğrenerek, yazdıklarımızı yırtarak.Yeniden
yazarak.Bilgi sahibi olarak. Yaptığımız işin yarı duygu, yarı bilgi işi olduğunu
kavrayarak.
Bilgi sahibi olmadan bir şeyi yapmanın doğurduğu bir sonuca gelmek istiyorum.Merhum Çobanoğlu bir
kasetinde Kağızmanlı Hıfzı’dan bahsederek onun ünlü ağıtını okuyor.
“Hıfzı Kağızman Hakimliği’nde mubaşır idi” diyor. Hakim’in Kars’a
bir evrak gönderdiğini, dönüşte sevgilisi Nergiz’in öldüğünü ve mezarı başına giderek
ağıt yaktığını belirtiyor.
Bir kere Hıfzı “Kırk Yıllık Karagünler” de doğmuş ve ölmüştür. Bu yıllarda
Kağızman esaret altındadır. Hıfzı’yı 1941 den sonra yayınlamaya başlamıştır.
Sayın Barenseli 1960 larda kitaplaştırmıştır. Hem de Kars Halkevi yayınlarından. Sayın
Çobanoğlu Kağızman’a defalarca gelip gitmiş. Hiç mi Hıfzı’yı yakın akrabalarından
sormamış? Kaynaklardan hiç mi okumamış? Biz ne Hıfzı’nın, ne Şenlik’in,
ne Sümmani’nin şiir sanatındaki inceliği kavrayabilmişiz nede ki kendi sanatımızı
geliştirip güzelleştirme yolunda bir adım atabilmişiz. Ancak bizden önce ne varsa onlarla yetinebilmiş
onları harcamaya çalışmışız. Çoğu zaman da yanlış bilgiler vermişiz halka..
Kars Aşıklar Bayramı’na dönelim. Bu yıl ilk olarak Kars’ta bir bayram yapıldı.Davet
edilen aşıklar henüz sahneye adım atmadan madalya ve plaket ödülüne layık görüldü. Al sana bir koltuk
karpuzu. Git de böbürlen.Aşık ne söyledi ki ödüllendirdin. Gerisi malum.
Ben şu andan itibaren aşıklarımızı hak etmeden aldıkları ödülleri anı sayarak
kendilerini sorgulamaya başlayıp yaptıklarını ve yazdıklarını gözden geçirmelerini,
okumalarını, yırtmalarını öneriyor onları berceste mısralar yazmaya ,çok güzel makamlar
üretmeye, bu geleneği canlandırmaya davet ediyorum.
Sözlerimi l930 doğumlu olup 70 yaşında iken şiir yazmaya başlayan Muhibbi mahlaslı Davulcu Muhittin
Toper’in merhum Çobanoğlu’nun ardından yazdığı bir ağıt ile noktalamak istiyorum:
ÇOBANOĞLU
Kars’ın Kalesinin bir burcu düştü
Nice ciğer yürek kavruldu pişti
Birden kayıp oldu kuş gibi uçtu
Yeller Çobanoğlu dedi ağladı
Duydum Ankara’da yatmışsın hasta
Bütün Türk milleti senün’çün yasta
Mezarın yaparlar o serhat Kars’ta
Eller Çobanoğlu dedi ağladı
Felek kemendini aldı eline
Asla acımadı yiğit haline
Mızrabın da küsmüş sazın teline
Teller Çobanoğlu dedi ağladı
Kurudu dalları Kars güllerinin
Bütün her tarafa yayıldı ünün
MUHİBBİ’de duydu o kara günün
Diller Çobanoğlu dedi ağladı
MİHRALİ BEY
Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilâyetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas Köyü'nde
büyümüştür. Babası Memili, dedesi ise Allahverdi'dir. Asil bir aileden olan Memili, Acem kızı ile evlenir.
Ondan Mehmet Ali, ikinci hanımından da Mihrali Bey, İsa Bey, Memmedalı ve Ali Bey doğmuştur.
İki de kızı vardır: Huri ve Kezban.
Daha, küçük yaşlarda ata binmeye, silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu, etine dolgun, kara yağız
ve sevimli biridir. Genç yaşlardaki gözü pekliği, cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir olmuştur.
Mihrali, on yedi yaşındayken babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin uğraşmaların
rağmen, Abdullah Ağa'nın Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve Karapapakların
inançlarına, adetlerine ters düşen bir usulle kendi mezarlıklarına gömerler.
Civar köylerde bulunan Karapapaklar, Çerkezler, Çeçenler, Lezgiler Darvas Köyü'ne gelip başsağlığı
dilerler.
Mihrali, o gece rüyasında babasını görür. Babası hiddetlidir. "Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa
nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana! Eğer benim na'şımı bu kafirlerin içinde korsan, hakkım
haram olsun." der.
Rüyanın etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırlar. Babasının hayali gözünün önünden
hiç gitmez. Kılıcını beline bağlar, hançerlerini kuşağının arasına sokar,
yanına kazma kürek alır, dışarı çıkar. Vakit gece yarası olduğu için köy halkı
derin uykudadır. Mihrali, doğruca mezarlığa gider.
Kısa boylu olmakla beraber, çevikliği sayesinde bir hamlede yüksek duvardan atlar. Nöbetçilere görünmeden babasının
mezarına gelir. Mezarı kazar ve babasını çıkarır. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle
babasını omuzlar, koşar adımlarla mezarlıktan ayrılır. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle
hareketsiz kalır. Nöbetçiler, na'şı yere bırakmasını söyler. Mihrali bırakır ama,
bırakmasıyla beraber, onların üzerine sıçrar. Dövüşmedeki mahareti sayesinde, nöbetçileri öldürür.
Mihrali, babasını tekrar omuzlayıp Müslüman mezarlığına getirir, defneder. Sabaha doğru
evine gelir. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlatır. Kaçıp dağa çıkmaya karar verir.
Mihrali, Keçeli Köyü'ne gider. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine misafir olur. Yaptıklarını Ahmet
Ağa'ya ve karısına anlatır. Bu arada gönül verdiği Bahar'ı da orada görür.
Mihrali'nin yaptığı işi ertesi gün herkes duyar. Tiflis Valisi'nin emri üzerine köyü ararlar. O'nun Keçeli'ye
gittiğini öğrenirler. Keçeli'de Ahmet Ağa'nın evini kuşatırlar. Mihrali, içeride atına
biner; mahmuz vurmasıyla şaha kaldırır. İkinci mahmuzla yel gibi ahırdan çıkar. Kapı
önündeki iki askeri tepeleyip ve kendini atın karnına saklayıp süratle oradan uzaklaşır. (Mihrali,
atıcılıkta olduğu kadar, binicilikte de çok ustadır. At, son sürat koşarken karnından dolaştığı,
atın sırtında ayakta durduğu yahut amuda kalktığı, bu haldeyken istediği hedefi vurduğu
söylenir.)
Mihrali, gece yarısından sonra evlerine gelir. Annesiyle gizlice konuşup ona veda eder; Darvas'tan uzaklaşır.
O geceyi dağda geçirir. Ertesi gün, bir çobana rastlar; yanında karnını doyurur. Emin yer olarak düşündüğü
İran'a geçer.
Tiflis valisi, Mihrali'yi ellerinden kaçırdıklarını öğrenince, ileri gelenleri toplar, onlara hakaret
eder. kumandanlar, askerleriyle etrafa yayılır, uğradıkları köylerde, Türklere zulmeder. Bu sırada
Tavşankuloğlu Hüseyin'le Dalaverli Mansur da dağlarda eşkıyalık yapmaktadırlar. Bütün bunlar
Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiştir. Türk eşkıyalarının yakalanması
için emir verir. Bunun üzerine aramalara hız verilir.
İzini kaybettirmiş bulunan Mihrali'nin nerede olduğunu, Keçeli Köyü'nden Hacı Veli, Ruslara ihbar eder.
Vali de bunu bir mektupla Çar'a bildirir. Mihrali'nin İran'da olduğunu haber alan Çar, Şah'a bir nâme yazarak
Mihrali'nin yakalanıp gönderilmesini ister.
İran zaptiyeleri, Mihrali'nin bir handa kaldığını öğrenir ve oraya gider. Durmadan şüphelenen
Mihrali, üst kattan askerlerden birinin atına atlayarak oradan uzaklaşır. Tekrar, Rusya topraklarına geçer.
Evlerine gider, annesi ve kardeşleriyle görüşür. Ağabeyi İsa, Mihrali'ye, kendilerine baskı yaptıklarını,
yalnız başına bir şey yapamayacağını, Dalaverli Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'le
birlikte olmasının lâzım geldiğini söyler. (Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı
ile öldürmesi üzerine; Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türk'ü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından
dolayı dağa çıkmıştır. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler,
mal yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşan kulağı yapayım." diyerek, sağından
solundan yiyip karnını doyururmuş. Hüseyin'e bu yüzden Tavşankuloğlu lakabı verilmiştir.)
Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber gönderir. Bilahare onlarla buluşur. Birlikte gezmeye başlarlar.
Bir Rus öldüren Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katılır. Rusların Türklere yaptıkları zulüm karşısında,
Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçarlar. Dördünün şöhreti de günden güne yayılır.
Her gün valiye şikâyetler yağmaya başlar. Durumdan haberdar olan Çar II. Aleksandr, devlet erkânı ile
toplantı yapar. Sonuçta, suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını bağışlarlar.
Mihrali'yi yakalayanı, rütbe ve para ile taltif edeceklerini halka bildirirler.
Haberi alan Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice anlaşır; Vali'ye giderek teslim olurlar. Teslim olmakla
kalmaz, Darvas'a gidip Mihrali'nin ailesine eza-cefa yaparlar. Hatta Mansur, Mihrali'nin ağabeyi Mehmet Ali'yi öldürür.
(Bir söylentiye göre de karısını dağa kaldırır.) Bu duyan Mihrali de Mansur'un karısını
dağa kaldırıp kurduğu çadıra hapseder. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koyar.
Durumu öğrenen Mansur, Mihrali ile teke tek karşılaşmaya cesaret edemez. Tiflis Valisi'nin yanına
çıkıp ondan yardım ister. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verir. Aynı zamanda, T. Hüseyin
de Mansur'un kuvvetine yakın bir kuvvet tedarik eder.
Dalaverli Mansur, etraftaki Türk köylerini Mihrali'nin aleyhine kışkırtır. Ailesinin dağa kaldırıldığını
da hatırlatarak, başına gelenlerin, ileride kendilerine de yapılabileceğini söyler. Bütün bu gayret
sonunda işe yarar. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi kardeşin en büyüğü
Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her koldan Mihrali'yi aramaya başlarlar.
Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını evine bırakır. Bu müddet içinde ona hiç
dokunmamıştır. Arkadaşlarını toplar, bir müddet dağılmalarını söyler. Kendisinin
de Osmanlı topraklarına geçeceğini belirtir. Keleninoğlu Hüseyin'in ısrarları karşısında,
kendisiyle beraber gelmesini kabul eder.
Keleninoğlu Hüseyin'in, babasıyla vedalaşmak için köyüne gider. Hüseyin'in köye geldiğini gören bir Türk,
Ruslara yaranmak gayesiyle, köydeki Rus askerlerine O'nu ihbar eder. askerler babasını çağırıp Hüseyin'in
teslim olması için O'nu ikna etmesini isterler. Aksi takdirde evi ateşe vereceklerini söylerler. Hüseyin, teslim
olmaz. Evin üstündeki otluğu ateşe verirler. Hüseyin boğulacak hale gelir. Babası; "Teslim ol!" diye üstüne
üstüne gelirken, onu bacağından hafifçe yaralar. Aksi takdirde, onlar babasını öldüreceklerdir. Derhal
dışarı çıkar ve iki Rus askerini öldürür. Fakat, başına yediği kurşunla cansız
yere düşer.
Keleninoğlu Hüseyin gibi bir yiğitin ölümü, Mihrali'ye çok dokunur. Hayatı boyunca, Onun mertliğinden
sitayişle bahsetmiştir. "Hüseyin, üç-beş yüz atlıma bedeldi." demiştir. Daha fazla Rusya'da kalamayacağını
anlayan Mihrali, Osmanlı topraklarına girer, Çıldır'a gelir.
Mihrali'nin Osmanlı toprağında olduğunu öğrenen Çar, yakalanıp iade edilmesi için Osmanlı
padişahı Sultan Abdülaziz (1861-1876)'e nâme yazar. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardır.
padişah durumu sadrazamla görüşür; Mihrali'nin yakalanması için Erzurum valisine haber gönderir.
Birkaç defa sıkıştırılan Mihrali, hepsinden kurtulmayı başarır. Bu arada iki Türk
askerini öldürür. Her yerde arandığından tekrar Rusya topraklarına geçer.
Mihrali'nin Rusya'da olduğunu öğrenen Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş
dört bir taraftan takibe koyulurlar. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı vardır.
Bu gruplardan Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş olur. Mihrali, atı otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken gayrı
ihtiyari geriye bakar. Musa Çavuş'un kendisine doğru geldiğini görünce atına atlar ve kaçar. Fakat, Musa
Çavuş yetişir. Mihrali, peşini bırakması için O'na yalvarır; aksi halde öldürmek mecburiyetinde
kalacağını söyler. Musa Çavuş, ısrarla üstüne üstüne gider. Bunun üzerine aniden dönen Mihrali, Musa
Çavuş'u kılıcıyla yaralar, oradan uzaklaşır. Atlıların bir kısmı Musa Çavuş'un
yanında kalır, diğerleri Mihrali'yi kovalar. Mihrali, atına son hızı vererek uçuruma doğru
sürer. Bir hamlede karşıya geçer. Arkasından gelenlerin bazıları, hızını alamayıp
uçuruma yuvarlanır. Bunu gören diğer atlılar durur. Mihrali: "Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın.
Dilerim Musa Çavuş'a bir şey olmamıştır." der ve oradan uzaklaşır.
Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına getirirler. Fakat yolda çok kan
kaybettiği için bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz ve ölür.
Mihrali, arada sırada köyüne uğrar, yakınlarıyla görüşür. Aynı zamanda Musa Çavuş'un ölümü
üzerine aramalara daha da hız verilir. Garip Ağa, Mihrali'yi bir yerde kıstırır. Düzlükte bir kovalamaca
başlar. Bir an gelir ki, ikisinin de atları yan yana koşmaya başlar. Garip Ağa Mihrali'nin teslim
olmasını isterse de ikna edemez. Kılıcıyla hamle eder. Mihrali hepsini savuşturur. Ekmeğini
yediği bu baba dostuna, el kaldırmak istemez. Fakat onun kendisini öldürmek istemesi üzerine kılıcını
çeker, kuvvetli bir hamle ile öyle bir savurur ki, Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparır.
Atlılar, takip etmek isterlerse de Garip Ağa müsaade etmez. Atlılar, onu alıp köyüne getirirler. (Bir
söylentiye göre de Mihrali bu sırada Garip Ağa'yı öldürmüştür.)
Mihrali, gizlice annesiyle görüşür. Ona, Bahar'ı kaçıracağını söyler. Annesi vazgeçirmeye çalışırsa
da başaramaz. Keçeli Köyü'ne gider ve Bahar'ı kaçırır. Artık, yanında bir de kadın olduğu
için işleri de zorlaşır. Bu yüzden, Bahar'ı, bazı kereler güvendiği kimselerin yanına bırakır.
Bir ara, takipçilerden Tavşankuloğlu Hüseyin, Mihrali'nin yerini öğrenir, derhal oraya gider. Mihrali yanında
Bahar olduğu için pek kaçamaz. Tavşankuloğlu Hüseyin, arkalarından yetişir. Kılıcını
vuracağı sırada bunu gören Bahar, korunmak için sağ kolunu kaldırır. Tavşankuloğlu
Hüseyin, kılıcını indirir, Bahar'ın sağ elinden üç parmağını keser, Mihrali'yi
de başından yaralar. Mihrali can acısıyla geri döner. Tüfeğini ateşlemek isterse de, tüfek ateş
almaz. Atını mahmuzlar, Hüseyin'e yetişir. Kılıcını sallar, ama vuramaz. Kılıç
atın kuyruğunu keser. Hüseyin'in kaçtığını gören adamları da irkilir ve geri döner.
Mihrali, bir dere kenarına gider. Bahar, Mihrali'nin kanlarını temizler. Tülbendini çıkarıp başını
sarar. Yara derin olduğu halde, Mihrali aldırış etmez. Atına biner, Bahar'ı emin bir yere bırakır;
oradan ayrılır.
Mihrali, Osmanlı topraklarına geçer. Bir ihbar üzerine yaralı olduğu halde yakalanır. Gözlerini açtığında,
kendini elleri ve kolları zincire bağlanmış olarak, Kars hapishanesinde bulur. Burada başkaları
da vardır; fakat, sadece kendisi bağlıdır.
Mihrali'nin kendine geldiğini görence, Âşık Ahmet adındaki bir Türk, Yanına yaklaşır, Mihrali'yi
konuşturur. onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırır. Mihrali, Aşık
Ahmet'ten hapishane hakkında bilgiler alır. Birlikte kaçmaya karar verirler.
Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şey getirmesini söyler. O da, ekmeğin
içine eye, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp peyderpey kocasına getirip verir.
Yarası cerahat bağlamış ve çok bitkin bir durumda olan Mihrali, hapishane arkadaşlarının,
en zayıf bir yerden tünel açmalarını ister. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice söylendiği şekilde
çalışırlar. Tünelin ağzı, maalesef nöbetçilerin bulunduğu yere denk gelir. Mihrali, son taşı
çıkarmamalarını, belki bir gün lâzım olacağını söyler.
Bu arada, Mihrali'yi -yaralı olduğundan- sırtta mahkemeye götürürler. Mahkemede idamına karar verirler.
Kararla ilgili evrak, önce Erzurum'daki Temyiz Divanı'na, sonra İstanbul Temyiz Mahkemesi'ne tasdike gönderilir;
padişahın imzasına sunulur.
Mihrali ise zindana döndüğünde, durumdan arkadaşlarını haberdar eder. kaçacağını, isteyenin
de kendisi ile birlikte gelebileceğini söyler. Bir gece yarısı Âşık Ahmet'le birlikte mahkumları
ayaklandırır. Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada kendisini duvara bağlayan zincirleri keser. Âşık
Ahmet'le önceden kazılmış tünele girer. Son taşı kaldırırlar. Mihrali, daracık delikten
güçlükle çıkarken, nöbetçi görür. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü bacağına saplar.
Mihrali, süngüyü kavrar. Nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü Mihrali'nin bacağında kalır. Mihrali, ani
bir hareketle süngüyü çıkarır ve gayet ustalıkla fırlatır. Süngü, nöbetçinin gırtlağından
girer; nöbetçi yere cansız düşer. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaz ve zindana döner.
Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girer. Tavlada, atlar için hazırlanmış
otluğun içine kendini bırakır. Orada iki gece üç gündüz kalır.
Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayılır; Mihrali'nin olmadığı görülür. Hemen, dört
bir yana atlılar çıkarılır. Bütün aramalara rağmen, atlılar elleri boş dönerler.
Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelir. Ayakları hala zincirle bağlı olduğu için onları eye ile
kesmek ister; zincirin kalınlığı, eyenin küçüklüğü dolayısıyla kesemez. Bu halde, ata binemeyeceği
için başka çareler arar. Sonunda topuğunu kesip demir bilezikleri çıkarmaya karar verir. Topuğunu kesmesiyle
müthiş bir acı duyar, fakat buna katlanır. Gömleğinden bir parça yırtar, topuğuna sarar. Başından,
dizinden ve topuğundan yaralı olan Mihrali, bu yönüyle azim, sabır ve cesaret timsali gibidir. Ellerindeki
bilezikleri ise kesmez. Zira, kafi miktarda yarası vardır. biraz otla sarındıktan sonra, bir delikten
kendisini aşağıya bırakır. Otların üzerine düştüğünden ses çıkmaz ve canı
fazla acımaz. İçeride, sıra sıra atların olduğunu görür. Gözüne iyi bir at kestirir. Sonra başka
bir atın sırtından ter keçesini çıkarır, bineceği atın ayaklarına bağlar. Zira,
zemin taş olduğu için ses çıkarabileceğini düşünür. Havanın sıcaklığı dolayısıyla
çift kapının açık olmasından da istifade ederek, atına atlar ve son sürat oradan uzaklaşır.
Gece yarısı Maraşlı'ya gelir.
Mihrali, Maraşlı'da ilk rastladığı evin kapısını vurur. Bu ev, daha önce öldürdüğü
Musa Çavuş'un babasının evidir. Mihrali'yi içeri alıp yatırırlar. Mihrali olup bitenleri anlatır.
Adam Mihrali'ye ses çıkarmaz. Üstelik su ısıttırır ve bir tekne içinde onu yıkar, yaralarını
temizler, merhem çalar. Süt içirttikten sonra, istirahatını temin eder. çocuklarını başına toplar.
Evlerinde Mihrali'nin olduğunu, böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini
söyleyerek onları ikna eder. bu arada Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için çocuklarına
bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyler. Sabahleyin altı oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına
gider; kendilerini tanıtır. Mihrali irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle
bizim oğlumuz sayılırsın." der. Mihrali'ye bir ay bakarlar. Gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un
kılıcını verirler. Adam, altı oğlunu Mihrali'nin yanına katar ve uğurlar.
Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlak verir. Osmanlılar hem kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşır.
Doğuda Rus ordusunun başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa
vardır.
Mihrali, atlılarını yanına alır, 120 kişilik çetesiyle Ruslara yapmadıklarını
bırakmaz. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini anlayınca, "Orduya hizmet" şartıyla
bağışlar. Mihrali ise, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek affedilirse,
Osmanlılar safında mücadele vereceğini bildirir. Mihrali'nun bu teklifi kabul edilir.
Beri taraftan, Dalaverli Mansur (muhtemelen albay) ve Tavşankuloğlu Hüseyin (muhtemelen binbaşı) üst rütbelerdedirler.
Maalesef Karapapak olmalarına rağmen Osmanlılara karşı savaşırlar*.
Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a gelir. Yanına kardeşi Ali Bey'i de almıştır. Kendisine
binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık rütbesi verilir.
Bir gün, T. Hüseyin'den bir mektup alır. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını, isterse
emrine girebileceğini yazmaktadır. Mihrali, kabul eder. böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya iltica eder. O'na
da binbaşılık rütbesi verilir.
93 Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, muharebe iyice kızışır. Mihrali, Kars'ın Göle cihetinde,
kendinden en az on misli fazla bir kuvvetle karşılaşır. Mihrali, tüfek ve kılıçla taarruz emrini
verir. Saldırı anında, Mihrali'nin atı, göğsünden bir kurşun alır, yere kapaklanır.
Mihrali, üç-dört metre ileriye düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalkar. Aynı anda tüfeğini
ateşleyerek atını vuran askeri, alnından vurur. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla
bertaraf ettikten sonra onun atına atlar, düşman saflarına dalar. Askerler bir müddet sonra kaçmaya başlar.
Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı tepeleyip on dört bakkaliye arabasını alır ve Kars
Kalesi'ne döner. Kaleyi dıştan kuşatan askerlerin de çemberini yararak kaleye girer. Haftalardır, aç,
susuz kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram eder.
Haberi alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi tebrik ve taltif eder. Fakat bu
kuru erzak, askere kafi gelmez. Aylardır ete hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştür. Hatta bu
yüzden, Ahmet Muhtar Paşa, geri çekilme kararındadır. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanına
gider, kararından vazgeçmesini söyler.
Güvendiği adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri dalar. Haradan, yüz elli kadar
kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet Muhtar Paşa'ya getirir. Paşa'nın
sevinçten gözleri yaşarır. Sonuçta, Kars, muhasaradan kurtulur.
Ahmet Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne gönderir. Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı
Köyü'nde bir alay düşman süvarisini kaçırır. Karşısına başka bir alay çıkar. Zekası
sayesinde bunları da alt eder: Kendisi güya kaçıyormuş gibi yapar. On misli düşman da kovalamaya başlar.
Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş ederek iki bölüğü dağıtır. Mihrali de aniden dönerek bunlara
destek olur. Planın ustalığı sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla
cesedi ile düşmanı bozguna uğratır.
Paşa'nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali, bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Ağbulak ve Parmaksızköprü'deki
askeri mevkilere ait telgraf tellerini kesmeye memur edilir. Mihrali, 130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını
vurur, telgraf tellerini keser, müfrezeleri tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale getirir. Düşmanın
yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve sekiz yaralı ile döner.
Ahmet Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını payitahta bildirmesi sonucu, Mihrali'ye II.
Abdülhamit (1876-1909) tarafından ilk Mecidiye Nişanı verilir.
Mihrali, daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girer. Köyü Darvas'a gelir. Akrabasını
ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya göç eder. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı
Bahar, kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardır. Mihrali; "Belki ses çıkarır."
diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bırakır. Bahar Hanım, ağlar. Görümcesi Huri
Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirir, çalının
dibinden Rüştü'yü alır, kafile sınırı geçmekte iken onlara yetişir.
Mihrali, daha sonra Erzurum Müdafaası'nda yer alır. Aziziye baskınından sonra, düşman, dört alayla
Erzurum'u batıdan çevirmek ister. Muhtar Paşa, bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderir. Mihrali, bu cenkte
ağır yara alır. 12 Kanunuevvel 1877'de (12 Aralık 1877) A. Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılır.
O'nun gitmesi üzerine Mihrali de artık orada kalamaz. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattırır.
Kendisi İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol alır.
Mihrali, Sıvas'ta Ulaş Bucağı'na bağlı bugünkü Acıyurt Köyü toprağına gelir.
Karapapaklar da çevrede kendilerine yer bulurlar. Mihrali Bey, bugünkü Konak (Acıyurt'un mezrası)'ta mesken tutar.
Acıyurt, halk ağzında; "Büyük Köy, Papaklı Köyü, Mihrali Bey'in Köyü" gibi adlarla anılır. Tavşankuloğlu
Hüseyin, Kuşkayası Köyü'ne yerleşir. Bugün Kangal, Uzunyayla civarında 30-40 pare Karapapak köyü vardır.
Buralara yerleşmekte, devlet onlara herhangi bir güçlük çıkartmamıştır. Zira, II. Abdülhamit, Mihrali
ve ahfadının dilediği yerde yerleşmesini serbest bırakmıştır. Mihrali, Sıvas'ta
40. Hamidiye Süvari Alayı'nı kurar.
Göçten on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa*, Mihrali Bey'in yanına geldi. Bağdat'ta amansız
bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar aleyhine kışkırttığını
söyler. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplar, Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gider. Bağdat
Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?), bunlara izzet ikramda bulunur. Mihrali, eşkıyaya teslim olması için
haber gönderir. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref sözü alarak teslim olur. Mihrali Sultan Abdülhamit'e
eşkıyanın teslim olduğunu ve bağışlanmasını bildirir ve bağışlanır.
Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap atları hediye ederler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa
ile geri döner.
Bu olaydan sonra Mihrali'nin ünü daha da yayılır.
Bir gün, beyler ve ağalar Kangal'da sohbet ederken, Kangal Kaymakamı içeri girer. Herkes ayağa kalkar, Mihrali
kalkmaz. Kaymakam, hiddetlenir. Mihrali de gazaba gelip, kaymakamı döver. "Sen kim oluyorsun da bana ayağa kalk
diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..." der . Kaymakam bu olayı vali Reşit Paşa'ya anlatır.
"Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı." der. Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e
bildirir. Sultan da; "Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye haber gönderir.
Mihrali ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha sebep olmuştur: Bir at yarışında,
Mihrali'nin Karakütük adlı atı da vardır.* Yalnız bu atın bir özelliği vardır; silah atılmadan,
silah sesi duymadan iyi koşamaz. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını istemez. İki taraf
da anlaşır. Yarış başlar. Karakütük hep geride kalır. Kuşkayası Köyü'nden Karapapak
Çopur Ali, buna tahammül edemez. "Mihrali'nin atı olsun da geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını
ateşler. Sonuçta Karakütük birinci olur. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak telakki eder.
Bu sıralarda, Yemen İsyanı baş gösterir. Bilhassa İngilizlerin teşvikiyle Osmanlılara sık
sık isyan bayrağı açan Araplar, gün geçtikçe işi azıtırlar. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit
Paşa; "Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e haber gönderir. Niyeti,
Mihrali belasından (!) kurtulmaktır. Padişahtan gelen haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her
şeyde serbest bıraktım." şeklindedir. Durum Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine
yediremeyip atlısını toplayarak yola çıkar. Adana'da büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşılar.
"Oralar sıcaktır, sıcağına dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalışırlar.
Mihrali, geri dönmeyi gururuna yediremez. Yola çıkar ve bir zaman sonra Yemen'e varır. Yanındaki kardeşi
bu sırada yüzbaşıdır.
Kimsenin baş edemediği ve bir zamanlar eşkıya iken sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler
yapan bu destan kahramanı Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamaz, hastalanır ve orada ölür (1906).
Atlılarından çoğu da telef olur. Ancak, üç-beş kişi geriye döner. Bunlardan bazıları Acıyurt
Köyü'nden Yüzbaşı Ahmet, Yetim İsmail, Mahmut Çavuş; Kurdoğlu Köyü'nden Gökçe Çavuş, Kuşkayası
Köyü'nden T. Hüseyin'dir. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise Yemen dönüşü gemide öldürülmüştür. Bir söylentiye
göre, Sıvas'taki Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştür. Mihrali
Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de vefat etmiştir.
Kaynak : Âşık SADIK
|